gencmanifesto kurulduğundan bu güne 33 ülke tarafından okuyucu bulmuştur. Aşağıda göreceğiniz sayacturka tarafından bu tesbitler yapılmıştır. Bu blogun hiçbir siyasi güç ile uzaktan yakından alakası yoktur. Tek amacı Türk Gencini daha iyi bir noktaya taşımaktır.

genmanifesto
genckalem92@gmail.com

desteklerinizi bekliyoruz

26 Aralık 2009 Cumartesi

30.yılında 12 eylül ve 12 eylül müzesi hazırlıkları

Sevgili yazarlarımızdan İsmail Cem Özkan tarafından bana bir elektronik posta ulaştı. 78liler derneği ile ortak bir çalışma yürüterek 30. yılında 12 eylül müzesi açma girişimlerinde bulunuyorlarmış. Aslında çok geç kalınmış bir uygulama fakat şartların olgunlaşma süreci anca olmuş ki böyle bir girişime şimdi giriliyor.

Aslında 30. yılında 12 eylül müzesi kurulması bir yana 12 eylül darbecileri yargılanmalı. Artık bir hülya olsa da bu olmalı. Maalesef şöyle bir durumda da var eğer 12 eylül darbecileri 2010 yılında yargılanmazsa bir daha yargılanamayacaklar. Çünkü hukuki şartlar göz önünde bulundurulduğunda zaman aşımı denen şey devreye giriyor ve bundan sonra darbecilerin yaptığı darbe yanlarına kar kalacak.

Babamın( Sacit Kayasu ) açmış olduğu dava sayesinde zaman aşımı 2010’ a uzadı. Eğer darbeciler 2010 ‘ da da yargılanamazsa….. Düşünmek bile istemiyorum. İleri de çocuğum bana ‘’ baba darbecileri niye yargılamadınız?’’ dediğinde ona ne cevap vereceğim. Niye o kadar insanın katledilmesine sessiz kaldınız dediğinde ne diyeceğim? Birileri bana bunların cevaplarını versin.

Yeni yıla hazırlandığımız şu günler de önümüzdeki yılı daha huzurlu, mutlu, geçirmemiz dilekleri yükselirken niçin bu davranışlar sadece söz de kalıyor? Tabi ki herkes yeni yılının huzurlu ve mutlu olmasını ister ama bu davranışlar sadece söz de değil fiilde de olması lazım. Eğer 2010 ve diğer yıllarda huzur istiyor isek bunu şimdiden düşünerek bir fiile dönüştürmeliyiz. Şimdi ye kadar 12 eylül konusunda neredeyse her gün acı ve ıstırap çektik ama yapacağımız bir davranış ile hem önümüzde ki yılı hem de daha nice yılları huzur içerisinde geçireceğiz.

12 eylül müzesi açılması çok önemli bir davranış. Şimdiye kadar bunu yapabilen çıkmadı ama asıl önemli olan darbecileri yargılamaktır. Bunu yaptığımız zaman 12 eylül müzesini açtığımız da ileride çocuklarımızı o müzeye götürürken ‘’ bak biz bu düşünceyi yıktık. Ülkemize sizler için daha temiz bir ülke, daha temiz bir demokrasi bıraktık’’ demeyi kim istemez ki.

Biliyor musunuz babam hala göreve dönmedi? Darbeciler yargılanmalı, dedi meslekten ihraç edildi. Aihm’ e başvurdu. Kazandı! Kararda mesleğe geri döndürülmelidir, dendi karar kasım 2008 de çıktı. Biz şimdi aralık 2009 dayız. Babam hala görev de değil. Oturmuşuz bir de hevesleniyoruz. Darbeciler yargılanacak, 12 eylül müzesi açılacak, çocuklarımızı götüreceğiz diye seviniyoruz.

Ama şuna da değinmeden geçemeyeceğim. Bazı medya kuruluşları, darbecilerin ne karar alçakça davranışlarda bulunduğu üzerinde duracağına, 12 eylül müzesi üzerinde duracağına, darbecilerin yargılanması üzerinde duracağına oturmuş ‘’ evren paşa villasını satamadı!’’ diye haber yapıyorlar.

Biz yine de umudumuzu yitirmeyelim. Unutmayalım ki bu ülke bir umut sayesinde kuruldu.

26,12,2009

25 Aralık 2009 Cuma

Kayasu, Bugün gazetesi'nde

Baş yazarımız Tolga Kayasu, Bugün Gazetesi tarafından yayın hayatına başlayan Genç Kalem adlı gazetede yazısı yayınlanmıştır. Her cuma yayınlanan gazetenin ikinci sayısında '' look at the tabela'' başlıklı yazısını bulabilirsiniz.

İlgilenenlere duyrulur
gencmanifesto

23 Aralık 2009 Çarşamba

Hsyk Anayasa’ ya karşı suç işliyor

Günlerdir suskun bir şekilde bekliyorum. Şu aralar yargı da dinlenme konuşulurken hiç birinin akıllarına gelecek mi diye? Nitekim de gelmedi.

Peki neydi bu kimsenin değinmediği ve benim günlerdir birilerinin değinmesi için beklediğim şey?

Kanun maddelerinden alıntılarla başlayayım.

T.C Anayasası
D. Milletlerarası anlaşmaları uygun bulma
MADDE 90. – Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak anlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.
Ekonomik, ticarî veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan andlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konabilir. Bu takdirde bu anlaşmalar, yayımlarından başlayarak iki ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgisine sunulur.
Milletlerarası bir anlaşmaya dayanan uygulama anlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticarî, teknik veya idarî anlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticarî veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren anlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz.
Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü anlaşmaların yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır.
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7.5.2004-5170/7 md.)Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır.
Şimdi bu maddeye göre anlaşılıyor ki usullüne göre yürürlüğü konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Gayet açık.
Şimdi bir de ‘’ usulüne göre ‘’ olan bir kurumu irdeleyeyim.
1949 yılında kuruluşuyla birlikte ülkemizin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi'nin (AK) ana amacı, kişi özgürlüğü, siyasal özgürlük ve hukukun üstünlüğüne bağlı olarak bu amacı paylaşan üyeler arasında, hukuki bütünleşmeyi sağlamaktır.
Konsey birçok sözleşme ve tavsiye kararı kabul etmiştir. Bu sözleşmelerden en önemlisi İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme ya da daha çok bilinen ismiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesidir (AİHS). AİHS, 4 Kasım 1950 tarihinde aralarında Türkiye'nin de bulunduğu on beş ülke tarafından Roma'da imzalanmıştır. Sözleşme 03.09.1953 tarihinde yürürlüğe girmiş ve Türkiye tarafından 18.05.1954 tarihinde onaylanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Konseyi'ne üye ülkelerde insan hakları ve temel özgürlükleri güvence altına alan uluslararası bir antlaşmadır.
Sözleşme ile güvence altına alınan hakların uygulanmasını denetleyecek iki ayrı bağımsız organ kurulmuştur: Avrupa İnsan Hakları Komisyonu (1954) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (1959).
Konseye üye ülke sayısındaki artışa paralel olarak, AİHS denetim mekanizmasının günün koşullarına uygun duruma getirilmesi amacıyla 1 Kasım 1998 tarihinde yürürlüğe giren Ek-11 numaralı protokol ile yarı zamanlı olarak çalışan Mahkeme ve Komisyonun yerine Avrupa Konseyi'nin bir organı olarak tek ve tam zamanlı çalışan yeni bir Mahkeme Strazburg'da kurulmuştur.
Toparlarsak ortada usulüne göre bir anlaşma var ve anayasaya göre bu anlaşma kanun yükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
Biraz daha halkın anlayabileceği düzeye indirgersem 4 kasım 1950 de imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ nin getirdikleri kanun yükmündedir ve değiştirilemez. Ayrıca bu sözleşmenin getirdiği organlardan Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları kanun yükmündedir ve değiştirilemez. Gayet açık.
Şimdi tüm bunları göz önünde bulundurursak. T.C Anayasa’ sına bağlı olan HSYK yı inceleyelim.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 159. maddesinde Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun görev ve yetkileri belirtilmiştir.
Burada da gayet açık. Ne diyor? HSYK bir anayasa’ nın verdiği hükümle kurulmuş bir organdır ve anayasanın yükümlerine uymak zorundadır. Genel olarak olaya bakarsak HSYK anayasaya bağlı olduğundan anayasanın 90. maddesini de kabul etmek zorunda ayrıca bu kanunun belirttiği yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi sözleşmelerinin gereğini yapmak zorunda. En son olarak HSYK kanunlarla da kanıtlarımıza bakılarak anayasanın 90. maddesi gereğince Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ nin organını olan AİHM kararlarına uymak zorunda.
Şimdi kanun maddeleri ortada. Sizi 1 sene öncesine götürmek istiyorum.
13 kasım 2008
STRASBURG , AİHM
2. Daire Yargıçlar:Françoise Tulkens (Başkan), Ireneu Cabral Barreto, Vladimiro Zagrebelsky, Danutė Jociene, Dragoljub Popovic, András Sajo,Işıl Karakaş, Yazı İşleri Md.: Françoise Elens-Passos
Karar Sıra no: 10308
Dava Adı: KAYASU (No. 1)
Karar Tarihi: 13.11.2008
Davalı Devlet: TÜRKİYE
Başvuru no: 64119/00
Karar Özü:
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ--askeri kuvvetleri tahkir ve teyzif--hukuken öngörülebilirlik--yargı organının otorite ve tarafsızlığını koruma amacı--başkalarının haklarını koruma amacı--demokratik toplumda gereklilik--savcı olan başvurucuya askeri darbe yapan generaller aleyhine vatandaş sıfatıyla suç duyurusunda bulunduğu dilekçesi nedeniyle kınama cezası verilmesi ve savcı sıfatıyla darbenin başkanı eski Genelkurmay başkanı aleyhine iddianame düzenlemesi ve bu iddianameyi basına iletmesi nedeniyle eski TCK 159. maddesi gereğince cezalandırılmasına ve Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından meslekten ihracına karar verilmesi--Md 10: ihlaline
ETKİLİ BİR HUKUK YOLUNA BAŞVURMA HAKKI--mahkemeye başvurma hakkı bakımından etkili hukuk yolu--Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulunun disiplin cezası veren Kurul üyerinin itirazları inceleme kurulunda da yer almaları--Md 13 > Md 10: ihlaline
ADİL KARŞILIK--maddi ve manevi zararlar için 40,000 ile ücretler ve masraflar için 1,000 Euro--Md 41: ödenmesine
Yine bunu da yorumlarsak bu karara göre Sacit Kayasu sonuna kadar haklıdır. Darbeciler yargılanabilir. Sacit Kayasu’ ya elinden alındığı mesleği geri verilmesi ve maddi paranın verilmesi. Gayet açık ve net.
Tarihe bakıyorum.
23,12,2009
Sacit Kayasu görev de değil. Yukarda kanun maddeleriyle açıkladım. HSYK, AİHM kararlarına uymak zorunda ama Kayasu niye görevde değil? Ey HSYK!! İki üç kişi dinlendi diye ayaklara kalkan HSYK, bu suçunu görmezden mi geleceğiz. Anayasal suç işliyorsun besbelli bunu görmezden geleceğimizi mi sandın? AİHM, kararlarını uygulamakla zorunlusun bu senin bağlı olduğun ülkenin anayasasında açıkça belirtilmiş. Sen bağlı olduğun kuruma nasıl karşı çıkarsın? Kanunlara nasıl karşı gelirsin? Bir sene geçti bir sene…. İki üç kişi dinlendi diye sokaklara dökülen barolar nerdesiniz? Bu mu yargı bağımsızlığı? Yargıyı ayakta tutan hakim ve savcılardır. Onların bağlı olduğu kurum anayasaya aykırı davranış sergiliyor. İki üç kişi dinlendi hemen sokaklara döküldünüz de bir senedir işlenen bu suça niçin sessiz kalıyorsunuz? Sorarım size.
Aa doğru bu konuları İstanbul Barosu çok daha iyi bilir ama… Sacit Kayasu, İstanbul Barosu’ na da başvurmuştu. Sonuç ret. Demek ki İstanbul Barosu da suç işliyor. Çünkü ortada açıkça yasalar var. Ama siz işinize geleni yasa kabul ediyorsanız orasını bilmem. Sokaklara üç beş kişi dinlendi diye yargı bağımsızlığı gitti, diyenlere soruyorum: Neredesiniz? Anayasa’ ya karşı suç işleniyor. 23,12,2009

18 Aralık 2009 Cuma

Kayasu, KKTC Medya' da

Sitemizin baş yazarı Tolga Kayasu, Kalkan Haber' den sonra KKTC Medya' da da yazarlığa başlamıştır.

İlgilenenlere duyrulur
gencmanifesto

http://www.kktcmedya.com/

17 Aralık 2009 Perşembe

Kendi içinde çelişen sistem

Geçenler de oturmuş ÖSS sorularını çözüyordum. Tabi ki de çıkmış olanlarını birileri bana tıpkı Polis Meslek Okulu sınavındaki gibi soruları vermedi ki bende de tıpkı diğer vatandaşlardaki gibi eski çıkmış sorular mevcut.

Neyse, Türkçe bölümündeki paragraf sorularını çözerken çok ilginç bir soruyla karşılaştım.

1998/ÖSS

Çocuğa yalnızca bilgi yükleme eğitimin amacı değildir. Gereğinden fazla bilgi yüklenmesi, çocuğun ancak belleğini geliştirir. Fazla bilgi, çocuğu yaşama hazırlamadığı gibi, onun bireysel özgürlüklerini de engelleyebilir. Çünkü çocuk öğrendiklerini uygulamak için gerekli deneyimden yoksun kalır; bu yüzden aklını kullanamaz, özgür düşünemez, özgür davranamaz. Yeni durumlar karşısında çözüm üretemez. Böyle olunca da kendine, her zaman bağlı kalacağı bir iskele, bir dayanak arar.

Bu parçada vurgulanmak istenen düşünce aşağıdakilerden hangisidir?

A) Bilgili kişiler bellekleri güçlü olanlardır.

B) Çok bilgili insanlar, olaylara ve durumlara yönelik düşünceler üretemezler.

C) Eğitim, düşünebilme ve düşündüğünü uygulayabilme yetisi kazandırmalıdır.(cevap)

D) Kişilerin yaşama uyum sağlaması özgür düşünmelerine bağlıdır.

E) Özgürce davranabilen kişiler, sorunlara ustalıkla çözüm bulurlar.

Bu soruyu okuduktan sonra şunu düşündüm. Ya bu adamlar bizle dalga geçiyor ya da kafayı sıyırdılar.

Akıl var, ziyan var. ÖSS için bir sene de dört senelik bilgi veriyorsunuz aşırı yükleme yapıyorsunuz. Sonra da ‘’ Fazla bilgi, çocuğu yaşama hazırlamadığı gibi, bireysel özgürlüklerini de engelleyebilir.’’ Diyorsunuz. Madem biliyorsunuz o zaman neden uygulamıyorsunuz? Bir sene de dört senelik bilgiyi neden veriyorsunuz?

Durun daha bitmedi bir de ‘’ çocuk öğrendiklerini uygulamak için gerekli deneyimden yoksun kalır’’ demişsiniz. Hakkeden dalga geçiyorlar. Adamların senin yüzünden, test çözmek yüzünden başlarını kaşıyamıyorlar sen kalkmışsın bir de ‘’ çocuk deneyimlerden yoksun kalır’’ diyorsun. Biz de biliyoruz. Onun için, yazıyoruz, çiziyoruz, karalıyoruz, bağırıyoruz bunu siz de biliyorsunuz ama niye dediklerinle yaptıkların örtüşmüyor. Ey ÖSS!!! Sen bizi aptal yerine mi koyuyorsun??

14,12,2009

Kalkan Haber

Sayın okuyucu;
Yazılarıyla gündeme gençlerin yorumunu kendi çizgisiyle yansıtan
gencmanifesto başyazarı Tolga Kayasu, artık yazılarıyla
sonbaski,kalemingolgesi,gencmanifesto,gencgelecek' in ardından kalkan
haber de sizlerle. Yazmaya, düşünmeye teşvikleriyle günümüz gençlerini
düşünmeye davet eden yazarımız yazılarıyla, yazın hayatına devam
ediyordur.
Destek veren herkese teşekkürler.

Saygılarımızla
gencmanifesto

http://www.kalkanhaber.com

13 Aralık 2009 Pazar

Dur!Genç Yolcu

Bilindiği üzere şu aralar gencmanifesto, yerel gazeteleri içerisine alan bir proje uygulamakta. Gencmanifesto, gencmanifesto basın bilgilendirme komisyonu’ nu kurarak gencmanifesto’ da ki yazıları, haberleri basın mensuplarıyla paylaşıyor. Hayliyle bu girişimin başında da ben olunca çalışmadan olmaz. Bu konuda araştırma yaparken bizim gibi bir oluşumdan haberdar oldum. Genç Yolcu!

İnternette araştırma yaparken karşıma Dur! Genç Yolcu başlığı altında çıkan bu arkadaşları sizinle paylaşmak istedim. Çünkü düşünen, üreten gençler olarak neslimizin tükenmediğini göstererek soyumuzu devam ettirmeye çalışıyoruz.

GençYolcu Hakkında
Gençyolcu.com sitemiz üyeleri tarafından yollanan günlük yaşama dair haberlerden oluşan, Gençlerin buluştuğu ve bilgilerini paylaştığı bir sitedir. Gençler tarafından kurulan sitemiz gençlerin fikirlerini rahatca yayınlayıp paylaşabileceği ortam kurmak amacıyla açılmıştır. Sitemiz Dünyadaki tüm gençlerin ulaşıp, haberleri takip edebilmesi için 42 dilde yayın vermektedir. İnternette bulduğunuz ilginç site, yazı, haber, fotoğraf ve videoları arkadaşlarınız ve diğer site üyeleri ile paylaşmanızı sağlayan sosyal ağdır. Sizde sitemize üye olarak yazı ekleyebilir ve firma, ürün tanıtımı, etkinlik duyuruları, gibi haberlerinizi üye olmak kaydı ile ücretsiz olarak yayınlayabilirsiniz. Sizde paylaşmak istediğiniz yazılarınızı 'www.gencyolcu.com@hotmail.com' adresine mail atarak bizlere ulaştırabilirsiniz.
Sitemize hoşgeldiniz; 5 Aralık 2006 tarihinde yayın hayatına başlamıştır. İlk bir yıllık istatistik verileri; %84 Türkiye %16’sı Yurtdışı ve 95 farklı ülkeden olmak üzere aylık 30.000 yıl’da 380.000 ziyaretci ortalaması olmuştur. Bu ziyaretçilerimiz genelde gençler olmak üzere, farklı ülkerden farklı kültürlere, eğitimlere, mesleklere sahiptirler.
Sitemizde; Din, Edebiyat, Etkinlik, Fotoğraf, Gençlik, Gezi, Grafik/Tasarım, Haber, Müzik, Otomotiv, Röportaj, Sağlık, Sinema, Tarih, Teknoloji, Web, Yayın, gibi Kategorileri içermektedir. Amacımız Türkiyedeki gençyolcuları bir arada buluşturarak bilgilerimizi paylaşmak ve düşüncelerimizi aktarmak sizde sitemize üye olarak yorum yapabilir yazı ekleyebilirsiniz. isteyenler site yöneticileriyle irtibata geçerek her türlü görüş, tavsiyelerini bildirebilir. Bu sitenin kurulmasında ve her zaman yanımda olan desdeğini esirgemeyen ve aynı zamanda sitemizin kurucusu can dostum Osman Hulusi’ye sevgilerimi iletiyorum…
Site Kurucuları: Osman Hulusi ATEŞ – Emre AYDOĞAN
Site Editörleri: Talha ÇELİK – Fatih ALAN
Site Yazarları: Abdullah ENGİN, Akın DİNDAR, Barış ERKUŞ, Bilal ÇINAR, Fatih ALAN, Ferhat DEMİR, Gonca SIRABAŞI, İhsan H. BARSTUGAN, Hasan ÇELİK, Hulusi ATEŞ, İbrahim AKKURT, İrem ŞAHİN, Mahir ÇELİK, Mustafa AYSABAR, Ömer DALGIÇ, Özgür AYDOĞAN, Samet ŞAHİNASLAN, Süleyman ÖZEN, Talha ÇELİK, Yükselen ERDAL
Bu gençleri de tıpkı gençmanifesto gibi koruma altına almalıyız çünkü; düşünen gençlik, üreten gençlik, çalışan gençlik yok olmaktadır. ÖSS,SBS ve benzeri sınav sistemlerinin getirdiği ezberci eğitimin oluşturduğu yan etkiler günümüz gençliğinin düşünmesini, üretmesini engelliyor. Bizim görevimiz ise bu gençlere destek vermektir. Onları yok etmek değil.

13,12,2009

11 Aralık 2009 Cuma

Bunların amacı barış felan değil!!!!

Barış, barış, barış…..
Şu aralar herkesin kafasını karıştıran bu konu. Barış ama kime göre ? Herkesin kendine göre bir barış anlayışı var. Aslında yanlış barış evrenseldir. Ama gelin görün ki durum böyle değil. Atatürk: ‘’ Yurtta sulh, cihanda sulh’’ derken evet evrensel barıştan söz ediyordu ama durum öylemi.

Barış, ne olursa olsun şiddeti ret eder ve bütünlüğü savunur. Hakkari’ de DTP’ nin yürüttüğü Barış ve Demokrasi Yürüyüşü ismiyle bağdaşmayan hareketlere sahne oldu. Halbuki yürüyüşün ismiyle müsemma bir durum sergileyerek barışı ve demokrasi savunarak şiddeti ret etmelidir. Ama öyle mi oldu. İşte anlatmaya çalıştığım herkesin barış anlayışı farklı konusuna somut bir örnek oluşturdu.

Bu yürüyüşe katılanlar, kentin bir çok noktasını adeta savaş alanına çeviren göstericiler, güzergahları üzerinde bulunan Atatürk Büstü, askeri lojmanlar, Öğretmenevi ve dershaneleri de taş yağmuruna tuttu. Bunun neresi barış neresi demokrasi şimdi bunu biri açıklasın.
Başta gayet güzel bir gaye ile başlandığı aşikar isme baksanıza BARIŞ VE DEMOKRASİ yürüyüşü barış, demokrasi, kardeşlik mesajları verileceği gibi gözüküyor ama işler hiçte öyle olmuyor. Başlığın sadece bir kalkan olduğu ap açık ortada. Madem amaçları barış ve demokrasi o zaman ne diye taş atıyorlar, şiddetle mi demokrasinin geleceğini sanıyorlar. Amaçları nedir bunların? Anlaşamadıkları TSK ise yani asker ise asker ailelerinin ne suçu var, sorununuz onlarla ise git onlarla görüş ne diye ailesine taş atıyorsun onların ne suçu var.
Amacın barış ve demokrasi değil onu anladık. Ama gittin bu ülkenin yeni nesillerini yetişmek için çırpınan üç kuruş maaş alan insanların bulunduğu yere ne diye taş atıyorsun. Aaa! Senin amacın barış ve demokrasiydi dimi barış ve demokrasi dershanelere giden öğrencilere taş atmaktır zaten. İlk önce yaptığın şeyin ne olduğuna bak sonra oraya yaz barış ve demokrasi.

Hele hele Atatürk Büstü’ ne taş atmak ne oluyor? Atatürk, tüm cihanda barışı savunurken senin ona taş atman ne oluyor? Böyle yaparak barış ve demokrasiyi savunduğunu mu sanıyorsun. Hoş siz bu olayın bir benzerini 1992 ‘ de yapmıştınız dimi.

Nelson Mandela.

Ya da; kabile büyüklerinin ona taktığı ismiyle; “Madiba.”
Güney Afrika’nın ilk siyahi avukatı olan Madiba; kendi ırkına yapılan ayrımlara karşı çalışmalara üniversitedeyken başlamıştı. Bu sebeple kurulan Afrika Ulusal Kongresi’ne katılmış ve zamanla içinde yükselerek örgütün sembol isimlerinden olmuştu.

Yıl 1961.

Madiba; demokratik anlamda mücadelenin mümkün olmadığını gördüğü için Umkhonto we Sizwe’yi kurdu. Bu örgüt silahlı bir örgüttü.

Yıl 1962.

Madiba, destek toplayabilmek için yurtdışına çıktı. Sosyalist ülkeleri dolaştı ve dünyanın pek çok ülkesinden destek aldı. Sovyetler Birliği, 1962 yılında ona Uluslararası Lenin Barış Ödülü’nü verdi.

Ancak Madiba ödülünü alamadı. Halkı isyana teşvik etmek, sabotaj ve suikastlar düzenlemek gibi suçlardan ömür boyu hapse çarptırıldı…

Ve, yıl 1990…

Mandela, cumhurbaşkanı De Klerk’in talimatıyla koşulsuz olarak serbest bırakıldı. Hapisten çıktığı gün onu Cape Town’de yüzbinlerce kişi karşıladı. Ve Mandela, o yüzbinlerce kişiye karşı yaptığı konuşmada enternasyonelist düşüncenin özünü işte böyle anlattı;

“Ben beyazların tahakkümüne karşı savaştım, siyahların tahakkümüne karşı savaştım, demokratik ve özgür toplum fikrini öğütledim, bunun için ve bunu başarmak için yaşadım; bunun için ölmeye de hazırım.”

Mandela’nın hikayesi; Malcolm X’in hikayesini andırıyor. Malcolm X de İslam Ulusu örgütüne ilk katıldığında aklındaki tek düşünce bir siyah cumhuriyeti kurmaktı. Özgürlük ve bağımsızlık ile ilgili düşüncelerini siyahlık üzerine kurguluyordu.

Ancak sonra her türlü tahakkümün aynı olduğunu gördü. Rosa Luxemburg’un ifade ettiği gibi, “asıl özgürlük ötekinin özgürlüğüydü.” Jean Paul Sartre’nin “anti-semitizm ve Yahudi Sorunu’nu” aslında bir “Fransız sorunu” olarak görmesindeki temel neden de buydu.
Ötekine yapılan baskı ve ayrımcılık; aslında “esas halka” yapılıyordu. Ötekiye baskı için kurulan devlet aygıtı doğrudan olmasa da dolaylı olarak esas halkı bastırıyordu. Bunun çözümü şu ya da bu ırkın tahakkümünü içeren bir rejim için mücadele etmek de değil; tahakküm kavramının kendisine karşı mücadele vermekti.

Madiba, hapisten çıktıktan sonra katıldığı 1994 seçimlerinde cumhurbaşkanı seçildi. O günden beri partisi ANC, iktidarı kaybetmedi. Siyahların neredeyse hiçbir hakkı olmadığı Afrika; bugün siyahi bir parti tarafından yönetiliyor.

Bazı eyaletlerinde siyahların otobüste oturma hakkına bile sahip olmadıkları Amerika’nın bugün siyahi bir başkan tarafından yönetilmesi gibi.

Peki tüm bunlarla Türkiye’nin ne ilgisi var?

Yıl; 1992.

1980′lerde tüm dünyada yayılan ırk ayrımı karşıtı düşünce ve aktivizm hareketlerinin ardından Madiba’nın da hapisten çıkması onu bu hareketin sembolü haline getirmişti. Madiba’ya dünyanın dört bir yanından ödül yağıyordu. 40 yıl içinde aralarında Nobel Barış Ödülü’nün de bulunduğu yüzü aşkın ödül almıştı.

Madiba, artık bir ‘marka’ydı.

Türkiye Cumhuriyeti de; daha önce Kenan Evren’e “bile” verdikleri Atatürk Barış Ödülü’nü Mandela’ya vermeyi teklif etti.

Peki, Mandela ne yaptı?

Ödülü reddetti!

Gerekçesi ise açıktı; Türkiye’de Kürtlere yapılan ayrımcılıklar. Mandela, mücadele ettiği şeyin yalnızca siyahların özgürlüğü olmadığını bir kez daha göstermişti..

Başkanı olduğu ANC’nin sözcüsü Gill Marcus 12 Nisan’da Johannesburg’da yaptığı açıklamada Mandela’nın ödülü, “Türk hükümetine yönelik insan hakları ihlali suçlamaları” nedeniyle kabul etmediğini ve Türkiye’yi ziyaret etmeyi düşünmediğini açıkladı.

Daha sonra Mandela’nın avukatı ve sözcüsü olan Mossa, Mandela’nın Abdullah Öcalan için kurulacak bir hukuk komisyonunda temsilci olmayı düşündüğünü ancak sağlığı el vermediği için bunu yapmadığını açıklayacaktı.

Türkiye, tüm dünyaya rezil olmuştu.

Süleyman Demirel, olayı “üzücü” olarak nitelendirirken o dönem mecliste bulunan HEP milletvekilleri Mandela’ya teşekkür etti.

Bu olayı unuttuğumuzu sandın dimi? Ha HEP ha DTP ne farkınız var zamanında da yaptığınız aynıydı şimdi de aynı. Sizin amacınız barış felan değil. Bunu bir kez daha anladık. Barış isteyen adam, Atatürk heykeline taş atmaz, barış isteyen adam askeri lojmanlara ataş atmaz, barış isteyen adam bu ülkenin geleceklerine taş atmaz….

11,12,2009

Teksatır’ dana alıntı:
1930'larda Ankara ziyareti sırasında Atatürk'ün kişiliğinden ve görüşlerinden çok etkilenen Yunan Başbakanı Eleutherios Kryiakos Venizelos; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'i, o yılın Nobel Barış Ödülü'ne aday olarak gösterdi. 12 Ocak 1934 tarihinde Nobel Barış Komitesine bir mektup yazan Venizelos, bu mektupta 'çökmek üzere olan bir imparatorluktan, güçlü ve çağdaş bir devletin doğduğunu' da anlatıyordu.

10 Aralık 2009 Perşembe

vira bismillah deyip üye olunası siteler

Şu aralar ev- dershane- okul üçgeninde gidip gelsem de evde geçirdiğim vakitlerde bilgisayarımın başına geçip üç beş internet sitesinde gezinmeyi, elektronik postalarımı okumayı bir de arada bir de olsa yazı yazmayı bırakamıyorum. Çoğu hocaların özellikle de rehberlik hocalarının bilgisayarda vakit geçirmeyi bırakın demesine rağmen ben bırakamıyorum. Ne yapabilirim bilgiye aç bir insanım. Herkes böyle olsa keşke. Az da olsa sanal aleme dalıp ne olmuş ne bitmiş öğrenmem lazım. Test, test, test bir yere kadar. Eyvah yine feryatlara başlıyorum. Ben feryatlarıma başladım mı bilindiği üzere susmak bilmem. Özelliklede konu ÖSS, SBS gibi sınavlar olunca. Konuyu da fazla dallandırmadan bi lafa başlayayım.

İnternette gezinirken, karşıma sürekli İslami evlilik sitelerinin reklamı çıkardı. Halen de çıkıyor. Bir gün olsun oturup internet tabiriyle tıklama gereği duymadım. Bugün bana gelen bir elektronik mektuptan sonra bu siteler hakkında bir yazı yazma gereği duydum. Elektronik mektubun içeriğine sonra gireceğim çünkü mektubun da içeriği hayli ilginç.

Google’ da ‘’islami evlilik’’ diye bir arama yaptırdım. Çünkü karşıma çıkan reklamlar hep bu başlık altındaydı. Arama sonucunda karşıma iki adet site çıktı.
http://www.gonuldensevenler.com , http://www.tr.muslimlife.eu zaten sürekli reklamlarını da gördüğüm siteler bunlardı. Biraz inceledim. Siteleri bizim bildiğimiz çöpçatan teyzelerin sanal versiyonu. Diğerlerine göre yani diğer sanal çöpçatan teyzelerden farkı ise hedef kitlesinin İslami kesim olması.

Hatta gönülden sevenler sitesinde şu başlıklarla vizyonlarını açıklamışlar.
Neden İslami Evlilik sitesi?
Türk halkını internetteki ahlaksız sitelerden ve aldatıcı arkadaşlık sitelerinden kurtarmak amacıyla açtığımız ilk evlilik sitemiz GonuldenSevenler.com ile Türkiye'deki yüzlerce insanı yuva sahibi yaptık. Misyonumuzu ve ciddiyetimizi yitirmeden Türk halkını hasretini çektiği yuvaya bir adım daha yaklaştırmak için çok daha güçlü geliyoruz.

İslami Evlilik sitesiyiz
Dünyanın en büyük saadetini evliliğinize taşıyın. İslami evlilik yaparak hem bu dünyada hem de ahiretinizde kendi eşinizi seçin. İnternette ahlakın bozulmadığı bir yerin olması sizi hayrete düşürebilir. Onbinlerce seçkin kişiyi sizin için bir araya getirdik. Şimdi sıra sizde. Mutlu bir yuva kurmak sizin de hakkınız.

Müslimlife da ise

Tek hedefimiz
Müslimlife için başarı Allah’ın (c.c.) izniyle iki kişinin birbirini bulup Allah’ın (c.c.) rızasına uygun bir şekilde huzurlu bir yuva kurmalarıdır.

Görüldüğü gibi çöpçatanlar da iş böyle. Ve artık şu elektronik mektuptan bahsedelim. Benim mektup kutuma gençler mektup atar, yaşlısı atar, medyacısı, yazarı da derken anlayacağınız üzere mektup atmayan yoktur. Ne güzel di mi?

Bugün her zamanki gibi mektuplarımı okurken; www.imamhatipbook.com konulu bir mektup geldi. Evet, evet konu bölümünde aynen bu adres vardı. Başta yukarıda bahsettiğim sitelerin reklamı sandım ama böyle bir ismi yeni duymuştum. Atan kişiye baktım bana reklam ve benzeri mektuplar atacak türden biri değil. Ben de tıkladım, okumaya başladım.

Facebook alternatifi mi?
İmam Hatipliler facebook’a alternatif bir sosyal paylaşım sitesi açtı. İlgi o biçim.

Diye başlamış. Daha sonra ihlsözlükten bahsetmiş. Bu arada duymayanlar olabilir hemen ihlszölükten de bahsedelim.

İhlsözlük, 2009 yılı nisan ayında Ekşi Sözlük’e alternatif olarak kuruldu. Kendi sözlerinden size siteyi tanıtayım. Siteye girilen yazılanlarla kendilerini şöyle tanıtmışlar.

kendisinden tasavvufi giriler beklenilen siyasetten uzak durması ümit edilen ismi güzel sözlük.
tepkiden daha ziyade aydınlatmayı hedef edinmesi gereken sözlük.
vira bismillah deyip üye olunası site.

Kısacası İslami kesimin sanal sözlüğü. Şimdi bu ara bilgiden sonra mektuba devam edeyim. Şöyle devam ediyor:
Bu da oldu!
Postmodern sanal sosyalleşme hız kesmeden devam ediyor. İmam Hatipli gençlik de alternatif alanlar oluşturmak için var gücüyle çalışıyor. 2009 yılı nisan ayında Ekşi Sözlük’e alternatif olarak İhl Sözlük kurulmuştu. Şimdi de Facebook’a alternatif olarak İmamhatipbook kuruldu. İmamhatipbook, kendisini “İmam Hatip'lileri bir araya getiren bir sosyal paylaşım sitesi” olarak tanımlıyor. Ücretsiz olan siteye İmam Hatipliler katılabilir deniliyor.
Kimler üye olabilir?
Ancak, gördüğümüz kadarıyla siteye herkes üye olabiliyor. Sadece İmam Hatipliler’in üye kabul edilmesi hususundaki denetimin nasıl yapılacağı kafamızda soru işareti oluşturuyor.
Yine de İmamhatipbook gibi bir oluşuma gidilmesi, alternatif alan üretilmesi önemli. Hafızalarımızı diri tutmak, sembollerimizi unutmamak için önemli.
Sitenin renk uyumu ve logosu da harika! İmamhatipbook’tan çok farklı atraksiyonlar bekliyoruz. Facebook'un olumsuz imajı ve işleri nedeniyle imamhatipbook'a da insan tedirginlikle yaklaşmadan edemiyor. İnşallah kötü şeylere hizmet etmez temennisini taşıyoruz.
Hatırlar mısınız muhafazakar medya başlıklı bir yazım vardı. Bu yazı da muhafazakar kesimin medya da ki hızlı girişiminden bahsetmiştim. Bu yazıda da İslami kesimin sanal ortamdaki atağını konu aldım. Sanal ortamda en fazla ziyaret edilen sitelerden facebook ve ekşisözlüğü kendi yorumlarına katarak kendileri de bu ortama katılıyorlar. Bunları açanların Türk İslami kesimi olduğunu dikkat çekmeli. Dünya üzerinde İran’ da yaşayanlar da Müslüman, Arabistan’da da Sudan’ da Afrika’ da da ama hangisi dünyaya pencerelerini açmış? Bir de dikkatimi çeken hangi ülkenin bilmiyorum bir ülkenin insanları youtube’ un – hani ülkemiz de aylardır kapalı olan site- İslami versiyonunu yapmış. http://www.islamictube.net Ben bu siteyi de Türk İslami kesiminden beklerdim ama başkaları elini çabuk tutmuş.
Ama şunu da gönlüm ister ki sanal ortamda da gerçek ortamda da böyle yok İslami yok başka bir şey gibi ayrımlar olmadan herkesin ortak bulunabileceği ortamlar olsa. Bir site olsun burada Müslüman’ı da Hıristiyan’ ı da ateisti de hatta bir arada bulunsun. Bir kafe olsun herkes bir arada bulunsun böyle ayrımcılık niye? Şu konuda yanlış anlaşılmasın kimin ne yaptığına karışmam hatta ülkemizdeki İslami kesimi tebrik ederim bu konuda çünkü Müslümanlık zamana ve çağa ayak uydurmaktır. Ama diyeceğim o ki ilk amacımız hep beraber kardeşçe bulunacağımız ortamlar kurmaya özen gösterelim.

10,12,2009

4 Aralık 2009 Cuma

Bu sabırsızlık niye?

Şu aralar gencmanifesto bünyesi benim özgeçmişim ile çeşitli basın mensuplarına elektronik postalar göndermişler. Saolsunlar. Daha önce de popüler medya mensuplarına göndermişlerdi ama pek bir ses seda çıkmamıştı. Bu sefer ise yerel medyaya yönelmişler. Aynı elektronik mektubu bu sefer yerel medyadaki köşelere atmışlar.

Gariptir ama popüler medyadan göremediğimiz desteği yerel medyadan gördük. Nevzat Şipleme, Ahmet Ufuk Erkan, Temel Irmak, Abdullah Manap bana kişisel olarak geri dönen yazarlar oldu. Oldukça sevindim. En azından sesimizi duyanlar oldu diye. Hatta Gündem Gazetesi beni haber yapmış. Oldukça sevindiğimi söylemek isterim. Bir de resmim doğru konsaydı daha da sevinirdim ama buna da şükür. Yukarıda saydığım yazarlardan aldığım elektronik mektuplar oldukça olumluydu. Yapılan işlerden memnum kalmışa benziyorlar. Yalnız biri hariç.

Bu kişinin bana attığı elektronik mektupta da cevap verdim ama bu olayı sizinle de paylaşmak istedim. Bu kişinin elektronik mektubunu görünce başta çok sevindim. Çünkü gencmanifesto bünyesine değil aramış bulmuş benim şahsi adresime mektup atmış. Başta hoşuma gitti. Mektubu okumaya başladım. İlk önce bir takım tespitler de bulunmuş. Onları dile getirmiş. Buraya kadar gayet güzel ama bundan sonra şu cümleyi görmen beni biraz olsun sinirlendi. Aynen aktarıyorum.

‘’tolga gerçekten onyedi yaşında biri mi? eğer öyleyse, bu sabırsızlık niye?’’

Nasıl yani? Evet bu arada cümle alem yaşımı biliyor. Daha onyedi onyedi…. Ve ardından asıl beni sinirlendiren cümle: ‘’bu sabırsızlık niye?’’ On yedi yaşındaki bir gencin düşüncelerini dile getirmesi yasak mı? Düşüncelerini kaleme alması yasak mı? Bunu mu dile getirmeye çalışıyor? İlla kırklı yaşlarda mı bir şeyler yazmak getiriyor. Böyle bir kural ne zamandan beri var? Var ise biz niye bilmiyoruz? İşte bu ülke bu zihniyetler yüzünden bir yere gidemiyor. Gençler hep susturuluyor. Bir köşe fiskos gibi durulması isteniyor. Sonra da bu ülke niye böyle? Çuvaldızı kendinize batırın ilk önce.

Ayrıca şunu da dile getirmek istiyorum. İkinci Mehmet tahta geçtiğinde de bu yaşlardaydı, Hüseyin Rahmi Şık’ ı yazdığında da bu yaşlardaydı, Sinanoğlu Batı’nın en genç profesörü olduğunda da bu yaşlardaydı. Demek ki yazarımız bu kişilere de bu sabırsızlık niye diyecekti? Düşünsenize İkinci Mehmet’e : Hop kardeşim İstanbul’u fethettin güzel de bu sabırsızlık niye?
Ya da Hüseyin Rahmi’ ye: Güzel roman da yazmışsın da bu sabırsızlık niye? – Ahmet Efendi de buna benzer yorum yaparak Hüseyin Rahmi’ nin Şık romanını yazdığını başta inanmamıştır.-Ya da Sinanoğlu’na : Oooo! Sen ne yaptın bir de profesör olmuşsun bu sabırsızlık niye?

Onca isme demiyor da niye ben? Bu sabırsızlık niye? Sabırsızlıkla ne alakası da var onu da anlamış değilim.

Benim asıl korktuğum bu yazar iyi ki Atatürk döneminde bulunmamış. Maazallah! Atatürk’ e de : Hop kardeşim! Bu yaşta ülkemi mi kurulur? Bu sabırsızlık niye?
Düşünmek bile istemiyorum. Atatürk’ ün en genç cumhurbaşkanı olduğunu bilmeyen yoktur herhalde.
04,12,2009

20 Kasım 2009 Cuma

Şıklar arasında yok olan yetenekler

Bugün her zaman gazete olarak Taraf’ ı alan arkadaşım, Sabah’ı alacağı tutmuş. İyi ki de tutmuş. Çünkü bir kişinin köşesinde yazdıkları oldukça dikkatimi çekti.

REFİK ERDURAN köşesinde şu cümlelere yer vermiş.

Bir babanın çocuğunun karşısında mantıksızlık aczine düşmesi, sorusuna yanıt bulamaması, gözünün içine bakarak haksızlık etmekten kaçınamaması ne acı, bilir misiniz?
Bu yıl 7. sınıfa gitmekte olan oğlum piyano çalmayı çok seviyor. Konserlere gitmek, kitap okumak, gazetelerden seçtiği filmleri görmek istiyor. Okçuluğa ve hava tüfeğiyle nişancılığa merak sardı; hafta sonlarında onları yapmaya ve bisikletle dolaşmaya niyetleniyor. Şimdi onu üzmek ve kırmak ise en istemeyeceğim şey.
Soruyor:
"Notlarım iyiyken beni niçin yolluyorsunuz dershaneye?"
Yolluyoruz işte. Boynunu büküp gidiyor.

Bir köşe yazarının bile durumu bu.

Hatırlar mısınız Hayata ÖSS ve SBS Engeli adı altında bir yazı kaleme almıştım. Ve bu yazı da da bir başka köşe yazarının görüşlerine yer vermiştim. Sanırım Refik Bey’ den yaptığım alıntının üzerine bunu tekrar hatırlatmam gerekiyor.

Can Dündar' da köşesinde bize sahip çıkmış. ''Ergenliğimin dershane zulmünü çocuğumuz yaşamadığı, bu saçma yarışa girmeyi baştan reddettiği için de gururlandım. '' diyor. Ayrıca Sbs' de çıkan bir soruyu da ele alarak '' Bu kadar kazık bir soruyla baş edebilen tüm öğrenci arkadaşlarımın alnından öpmek istedim.'' diyor.

Bir tarafta umudunu artık kaybetmiş. Bu sisteme boyun eğmiş. Çoğunun yeteneklerinin sönüp gitmesine izin veren, kültür seviyesinin gelişmesini engelleyerek dershaneye gönderen bir baba diğer taraf oğlunun Sbs adı altındaki sınava girmeye reddettiğinden dolayı oğlunun kutlayan bir yazar.

Sizce hangisi doğru? Çocuğunu piyano çalmasını engelleyen, konsere gitmesini engelleyen, filmleri seyretmesini engelleyen ayrıca spora olan eğilimi engelleyerek onu dershaneye göndererek geleceğini şıklarda aramasını söyleyen bir baba diğer tarafta ise dershaneye gitmediği için gururlanan bir baba.

Hangisi doğru yapıyor? Sormam bile saçma ama… Bu ülkenin kendini geliştiren gençlere ihtiyacı var. Kültür seviyesi yüksek gençlere ihtiyacı var. Şıklar arasında yok olan yeteneklere değil!!!

20,11,2009

18 Kasım 2009 Çarşamba

Şıklar arasına sıkışan hayatlar 2 – Mücadeleye devam

Hatırlarsınız belki Şubat 2009’ da şıklar arasında sıkışan hayatlar adı altında bir yazı kaleme almıştım. Oldukça destek gören bu yazımı daha zenginleştirerek devam etmek istiyorum

Kendimden örnek vererek başlayayım. Benim okulum 7.30 da başlıyor. Bu saatte başlayan okuluma yetişmek için 6.30 da duraktan geçen otobüse binmem gerekiyor. Hayliyle 5.30 da da kalkmam. Yani benim hayatım 5.30 da başlıyor. Kahvaltıydı, çeşitli ihtiyaçlardı derken 6.30 da durakta oluyorum ve otobüs bekliyorum. 7.30 da okulda olarak eğitimime başlıyorum. Okulum 1.10 da bitiyor. Ev de olmak 2.10 – 2.30 arası değişiyor. bir şeyler yiyorum biraz olsa dinleniyorum hemen dershaneye. Dershane 4.30 da başlıyor. 7.30 da bitiyor. Ev de olmam 8. Biraz dinlenme ve yemekten sonra test çözme vakti. 9 da başlanılan çalışmaya 11 gibi son veriyorum. Çeşitli ihtiyaçlardan sonra 11. 30 da uyuma vakti.

Bu nasıl bir hayattır böyle? Adama akıllı gezme, tozma yok. Hayatı tanımaya dair bir şey yok. Sevgili felan zaten olmasına imkan yok. Onu bırakın kitap okumaya bile vakit yok. Dergi, gazete gibi medya organlarını bile okumaya vakit yok. Bu arada değinmeyi unuttum okulda üç adet teneffüsümüz var. Bunlardan ikisi 10 biri 5 dk lık teneffüsler. Ayrıca dershanede de iki adet 10 dk lık teneffüs. Bu nasıl bir hayattır soruyorum size? İşin gezmesini tozmasını bir kenara bırakın - genç değiliz ya hakkımız yok böle şeylere kırkımıza geldiğimizde geziceğiz ya da emekli olunca ikinci bahar kısmetse, izdivaca katılırız artık, sonra bir de üç çocuk - bir gencin kitap okumaması ne demektir? Kitap okumayan bir gençlik. Sonra diyorlar ki gençlerimiz kitap okumuyor. Neden acaba? Öyle lafı ortaya atmak kolay. Gençlerimiz hangi arada okuyacak sorarım size? Üç beş tane soruyla nereye kadar?

Kendi hayatımdan örneklerle devam edeyim. Günde okulda da boş bıraktıklarını sayarsak ki bu aralar hocaların çoğu hasta olduğundan gelmediğini de düşünürsek – hocalar bile gelmiyor öğrenciler geliyor ama hala okullar tatil edilmiyor – dershaneydi ev di yaklaşık bi 300 soru çözmüş oluyorum. Matematikti, geometriydi bunlar gibi sayısal derslerin sorularını çözerken 1 dk gibi bir süre harcıyorum ki bu gayet normal, sözel derslerde daha hızlıyım. 150 sayısal ve 150 sözel soru çözdüğümü düşünürsek 150 dk sayısallara gidiyor bi 100 dk gibi de sözellere gidiyor. Yani yaklaşık 250 dk bu da 4 st 10 dk gibi bir süre yapıyor. Şimdi tekrar size soruyorum. Bir sayfayı kaç dk da okuyorsunuz? 1 olmadı 2 diyelim geniş hesaplayalım. Test çözmek yerine kitap okusak günde 125 sf kitap okumuş okuyoruz. Öss ye yılda bir milyondan fazla insanın girdiğini düşünürsek herkesin test çözmek yerine kitap okuduğunu da düşünürsek. En fazla 2 yılda çağ açarız.

Çoğu kişinin de bilindiği üzere çok önceleri yapılmış ama sonuçları aynı kalan bir anket vardır. Bu ankete göre Türkiye’ de 6 kişiye 1 kitap bile düşmüyordu. Ne kadar vahim değil mi? Acaba neden? Gençlerimiz okumuyor. Hemen gençlere at suçu zaten. Adamın başını kaşıyacak vakti yok bırak onu aynaya bile bakmadığından başının yerini unuttu. Sen hala gençlerimiz okumuyor. Hesaplarımız tutmasa bile günde 125 sf yerine 10 sf okusun 20 sf okusun ama okusun. Okuyamıyor. Adam da haklı.

Bir de kendi okulumda bir adet başladı. O da derse giren her hoca üç ya da dört kitap söylüyor – kendi vizyonu ve misyonuna göre – bunlardan sözlü yapacağını söylüyor. Öncelikle şimdiye kadar aklınız nerdeydi? Durdunuz, durdunuz milletin sınavlarla uğraşırken mi aklınıza geldi. Bu da bir gelişme diyelim ama bu kitapların hocanın siyasi ve Dünya görüşünü savunduğunu unutmayalım. 17 ve özellikle 18 yaşındaki gençlerin akılları yönlendirmeye çok müsaittir. Hocalar bu yaptıklarıyla gençleri kendi taraflarına çekmeye çalışıyorlar. İşte bu nokta çok yanlıştır. Tamam kitap okutulması çok doğru bir davranıştır ama öğrencilerin sınav zamanlarında bu kadar çok kitabın okutulması ve öğrencileri bu denli yönlendirici davranışlarda bulunulması çok yanlıştır. Kınıyorum.

Eğitim tarafsız olmalıdır. Evrensel olmalıdır. Bilmem bir şeyler anlata biliyor muyum? Şimdi sorarım size lise zamanının da öğrendiğiniz şeyler size şimdi işinize yarıyor mu? Oturup bir şeylerin türevini, limitini alıyor musunuz? Olmadı biyolojide, fizikte veya kimyada öğrendiğiniz şeyleri uyguluyor musunuz? Günlük basit şeylerin dışında. Oturup evinizde kimyasal deney yapıyor musunuz? Veya biyolojik herhangi bir deney. Bu dersler okullarda öğretilmeli evet katılıyorum ama insanının işine yarayacak şeyler öğretin. Tutup iç mimar olacak adama neler öğretiyorsunuz? Bu eğitim değildir arkadaş bu boşuna ameleliktir. Aynen öyle amele. Günümüz öğrencisinin bir ilkokulu bile bitirmemiş inşaat amelesinden bir farkı yoktur. Boşuna gereksiz şeyler taşıyor. Amele bile bu nokta da gerekli bir şey yapıyor. Çünkü onun taşıdıklarıyla sıcak yuvalarımız oluyor. Sakın burada amelelere insan dışında bir oluşum içine soktuğumu sanmayın. Aysun Kayacı’ nın başına gelecekler gelir maazallah başıma. Ben burada sadece bir ilkokul mezunu bile olamamış bir kişiyle lise eğitimini tamamlamaya çalışan birini karşılaştırıyorum. Ve sonuç ortada ameleler öğrencilerden daha geçerli bir iş yapıyor. T.C devletinin eğitime verdiği önem budur işte. Manzara bu neresinden bakarsanız bakın. Ah ah neredesin Atatürk? Hani sen Ey Türk Gençliği diye seslendiğin gençliğine bak ne hallere düşürdüler. Senin eserine ne yapıyorlar böyle? Her sınıfa Gençliğe Hitabeyi asan bu zihniyet senin gençliğine neler yaptırıyor.

19’ un da İstanbul’ u fetih eden komutanı çıkaran bu topraklar, 15’ in de 16’ sın da 17’ sin de Çanakkale ‘ de senin yanında şehit olanları çıkaran bu topraklar artık test çözen gençler çıkarmaya başladı.

Ey Türk Gençliği!
Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Test çözmek senin amacın değil. Test çözerek geleceğini şıklarda arama. Senin geleceğin şıklar da değil. Kitaplarda. Sakın test kitaplarıyla karışma, normaldir karıştırman bu aralar test kitaplarından başka kitap görmediğinden….

18,11,2009

15 Kasım 2009 Pazar

Bir gözüm gördü, bir gözüm görmedi

Tarihlerimiz kasımı gösteriyordu. Kasım ayının o söz gelimi soğuktur, üşürsün tabularına karşın dışarıda harika bir hava vardı. Dershaneden henüz çıkmıştım. Evime doğru yürüyordum. Yolun karşısında yürüyen arkadaşıma rastladım. Bağdat Caddesi’ ne gitmeye çalıştığını öğrendim. Evimin nam-ı diğer cadde’ ye yakım olduğunu söyleyerek, ona eşlik edeceğimi söyledim. O da sevindi. Beraber nam-ı diğer cadde ye yürüdük. Cadde ye vardığımızda ‘’ Ee, sen buraları bilirsin bana yardım eder misin?’’ dedi. Arkadaşına hediye alacakmış. Kabul ettim bende işim gücüm yoktu. Başladık hediye bakmaya Boyner, Marks falan filan. Sonra aklıma Nezih geldi. Pelüş oyuncak alabilirdi. Bu fikir ona da sıcak geldi. Nezih’ e girdik ama hem zevkine hem cebine göre bir şey bulamadı. Ardından Suadiye’ ye doğru bir oyuncak mağazasının olduğunu keşfettik. Aslında bizden önce keşfedilmişti ama biz yeni gördük. Yok arkadaşım, burası da bize göre değil. Napalım, napalım? Aşağıda D&R var. Hadi oraya da bakalım. Oraya da baktık. Yeni çıkan kitaplara şöyle bir göz ucuyla baktım geçtim. Normal de adetim değildir. Oturur – aslında ayakta – tüm hepsini incelerdim. Arkadaşımın hoşlanmadığını düşünerek’’ sonra bakarım’’ dedim kendi kendime. Tam oyuncak reyonuna giderken Soner Yalçın’ ın son kitabının reklamını gördüm.

Artık dayanamadım. Dedim arkadaşa, sen git ben geliyorum. Hızlıca görevliden rica ettim kitabı. ‘’ Bu dinciler o Müslümanlara benzemiyor’’ işte bu! Bir Soner Yalçın klasiği. Başlığın albenisine bak. Tabi ki de benim için albenili. Sayfalarını hızlıca karıştırdım. İnceledim. Arkadaşı da bekletmek istemiyordum. Aldım, geçtim. O da bir pelüş oyuncak beğenmişti bi de annesi Elif Şafak’ ın ‘’ Aşk’’ ını sipariş etmiş bir elinde de o. Kasaya geldim sıra var. Ekonomik kriz var ama kasalarda da sıralar eksik olmaz. Neyse sıra geldi. Önceliği arkadaşa verdim. Sonra bana sıra geldi. Kitap 23 liraymış. Hiç bakmak aklıma gelmemişti.Bir öğrenci için pahalı değil mi? Kasiyer düşüncelerimi okumuşçasına kafa salladı.Cüzdanıma bakıyorum. Anneanneden gelen bi 20 lik bi de bozuk paralıktan 3 lira çıktı mı tamam. Çıkmasına da gerek kalmadı. D&R kartımda kullanabileceğim 3 lira çıktı şansıma. Onu da öyle hallettik.

Bir hışımla kitaba başladım. Eve geldim bu arada. Soner Yalçın yine döktürmüştü. Tahmin edersiniz. Yalnız bazı popülistlerin dikkatini çekebilecek bir paragrafa rastladım o da:

Mevlana dönemindeki ilahi ve dünyevi aşkı konu ettiği Aşk romanıyla satış rekorları kıran Elif Şafak’ ın bu rekorunu, aynı konuyu işleyerek yıllar önce Aşk Peygamberi romanıyla Nezihe Araz da kırmıştı.

Anlaşılacağı üzere aldatılmıştık, kandırılmıştık, kirletilmiştik. – Bu aralar fazla Türk filmi seyretmenin etkileri –

Sözün kısası Elif Şafak yıllar öncesinde olan bir olayı unutacağımızı sanarak bize deyim yerindeyse yutturmaya çalışıyordu.

Anneannemin bir sözü kulağıma geldi. ‘’ Bir gözüm gördü, bir gözüm görmedi.’’ Elif Hanım, gören gözüyle görmeye devam ediyor ama görmeyenle hareket ediyordu. Bunu yapan sadece o mu? Hayır!

Yıl 2006. Türkiye’ nin ilk Nobelli edebiyatçısı Orhan Pamuk
O meşhur babasının bavuluna hiç dikkat ettiniz mi?

Benim ilk göz ağrım olan temmuz 2009 sayılı Sincan istasyonu – ilk göz ağrım dememin sebebi de: ilk olarak bir yazım matbu bir dergi de yayınlanmıştı – dergisinde Osman Namdar’ ın yazısına değineceğim.

Babamın bavulu aslında kimin bavulu? Başlıklı yazısında bir paragrafta diyor ki:

Konuşma metni Nobel internet sayfasında var; kitap olarak basıldı, gazetelerde, dergilerde de gördük. Bu konuşmadaki bavul hikayesi de Amin Maalouf’ un Yolların Başlangıcı kitabından aldığı söylendi. ( … ) Ya bir metin, başka bir yazarın, bir öyküsündeki olayların akışı, kurgusu ve metniyle baştan sona benzerlik içeriyorsa; Babamın bavulu gibi

Görüldüğü üzere biri Nobelli yazarımız, biri dünyaca ünlü bir başka yazarımız ama ikisinin de bir gözü görüyor, bir gözü görmüyor.

15,11,2008

12 Kasım 2009 Perşembe

Yönetici ile idareci arasındaki fark

Bilindiği üzere ben YGS, LYS, SBS, KPSS ve daha sayamakla bitmeyen sınavlara garezim var. Sevmiyorum kardeşim işte. Zaten kim seviyor ki? Hayatı işgal eden bin tane şık. Neyse neyse. Bu aralar zaten yorgunluktan ölüyorum. Şu yazılılar başladı mı bi de ÖSS bu hayat çekilmez oluyor. Nereye gideceğimi şaşırıyorum. Test mi çözeceğim yoksa klasik sınavlara mı çalışacağım? İki arada bir derede kalıyorum. Derdimi çeken anlar.

Bu feryatlarım sürerken kendimi yine çalışma masamda test çözerken buluyorum. Malum ÖSS' ye çalışıyoruz. Bu hayatta başka gayemiz yok gibi. Bir yandan sisteme söyleniyorum bir yandan da soru çözüyorum. Bir an sanki düşüncelerimi soruda görür gibi oldum. Başta şaşırdım. Her halde kafayı yedim, dedim. Daha sonra soruyu bir kez daha okudum. Şaşılacak türdendi. Soruyu yazan da benimle aynı düşüncedeydi. Paragrafı sizlerle paylaşmadan edemiyeceğim. Aynen şöle:

Yönetici, yarını bugünden gören, gerekli reformları yapan ve gündemin peşinden koşmak yerine önünden gelen liderlerdir. İdareci, değişime karşı önlem alır. Yönetici, değişimi reform yaparak karşılar. İdareci, değişimden kaçar. Yönetici, değişime yön verir. İdareci için geçmiş, yönetici için ise gelecek önemlidir. İdareci, devraldığı işi eksiksiz ve aksaksız biçimde yeni gelenlere teslim ettiği zaman başarılıdır. Yönetici ise devraldığı işi büyüttüğü, geliştirdiği, yenilediği zaman başarılı olur.

Okurken büyüklerimizin anılarını canlandırmışımdır sanırım yaşıtlarımının ise içinden '' İşte bu! '' çığlıklarını duyar gibiyim. Hakikatende okul idaresini sürekli eleştirmişimdir. Hiç bir zaman da beni dikkate almadılar. İmam bildiğini okumaya devam ediyor deyim yerindeyse. Paragrafı okurken bu dünyada yanlız olmadığıma o kadar sevindim ki. Şu eğitim sistemimizin düzeldiği gün bu ülke yaşanabilecek bir cennet olacaktır.

12.11.2009

6 Kasım 2009 Cuma

Cuma Müslümanları

Şu Cuma günlerinde anlamadığım bir hadise yaşanıyor. Malum sınavlara hazırlanırken sürekli ev- okul- dershane üçgeni arasında mekik dokuyorum. Özellikle Cuma günleri Cuma namazından dolayı bir trafik oluyor. Hem de inanılmaz bir trafik. Bu trafik esnasında sürekli kafamdan bin bir türlü düşünce geçerdi. Ama bir türlü kaleme alma vaktim olmazdı. Sonunda kaleme alma fırsatı buldum şükürler olsun.

Gelelim hadiseye; konu namaz olunca Kuran- Kerim’ den alıntı yapmadan geçilmez. Cuma suresi 9. ayet derki:

Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.

Bu ayetten anlaşılacağı üzere Cuma namazlarına Kuran’da ayrı bir önem veriliyor. Neden ? Çünkü, bu namaz da hutbe bölümü var ayrıca cemaatle kılınıyor. Din üzerine fazla bir bilgi birikimi yok o yüzden yüzeysel geçiyorum. Sonuç olarak Cuma namazının önemi var ama

Nisa suresinin 142. ayeti derki:

Münafıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Allah da onların bu çabalarını başlarına geçirir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı pek az anarlar.

Yani şunu dile getirmek istiyorum. Cuma namazının önemi büyüktür evet buna katılıyorum ama diğer namazlarında önemi vardır. Yani Müslümanlığın şartlarından biri olan namaz kılmaktır. İmanın beş şartı arasında duydunuz mu hiç Cuma namazı kılmak diye ayrı bir madde. Hayır yok çünkü imanın şartlarından biri namaz kılmaktır sadece Cuma namazı kılmak değildir.

Çok şahit olduğum hadiselerden birine değineceğim şimdi de. Rakı sofrası diye tabir edilen ortamdaki kişilere bakın çoğunluğu Cuma günü içki içmemeye çalışır. Sebep: ‘’ Bugün Cuma!’’ Ne alaka? Bu yaşıma kadar anlayamamışımdır. İçki içmek her zaman günahtır.

Bakara suresi 219. ayet derki:

Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için (bazı zahiri) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür." Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan arta kalanı." Allah size âyetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz.

Bu ayetten de anlaşılacağı gibi içki her zaman günahtır. Cuma günü içsen de başka gün içsen de. Yani içiyorsan Cuma günü de iç. O kadar komik bir manzara oluyor ki içki içenlerin Cuma diye içmemeleri. Ben bu insanlara Cuma Müslümanları diyorum. Nasıl iyi demişmiyim? Çünkü sadece Cuma günleri Müslüman olmaya çalışıyorlar.

Şimdi başta bahsettiğim namaz konusuna tekrar döneyim. Cuma namazına gidilmesi evet faydalıdır diye Kuran’da da geçiyor ama diğer namazları kılmıyorsun da niçin sadece Cuma namazını kılıyorsun? Madem kılmasını biliyorsun diğer vakitler de kıl. Her Cuma olan o koşuşturma hadisesi hakikaten komik. Bugün Cuma diye ortada bir hareketlilik. Madem Müslümanlığa önem veriyorsun ey Cuma Müslüman’ı diğer günler de bu iman damarın niye depreşmiyor? Aa pardon unuttum sen Cuma Müslüman’ ıydın dimi. Sadece Cuma günleri ibadet eden. Umarım mesaj yerine ulaşmıştır.

06.11.2009

Buram buram torpil kokusu

Burası Türkiye, diye bir tabir oluştu lügatlerimizde. Halk arasında konuşulanlar zaman geçtikçe yeni lügatlerimizi oluşturmaya başladı. Gelelim burası Türkiye, tabir inine. Bu tabir daha çok Türkiye’ de dönen olaylara, yolsuzluklara, adam kayırmalara, torpillere daha sayamadığım daha nice usulsüzlere alışanların artık bir şey yapamayıp sessiz kalarak kullandıkları bir tabirdir. Tabi bu usulsüzlükler güya göstermeden yapılıyordu lakin son gerçekleşen olaylardan bir artık göstere göstere deyim yerindeyse usulsüzlüğün olacağını haber veriyor. Ne mi bu olay?

Baştan anlatmaya başlayayım. İnternet üzerinden Bir İletişimcinin Günlüğü - http://mehmetortac.blogspot.com – başlığı altında yazılarını yayınlayan Mehmet Ortaç’ dan başlayayım. Mehmet Ortaç, benimden yakından takip ettiğim medyayı iyi sentezlediğine kanaat getirdiğim ender insanlardan biridir. Her zamanki gibi sitesindeki yazılarını okurken son yazısındaki serzenişine ortak olmak istedim. O da TRT’ nin son olarak yaptığı davranış.

İlk önce olaydan bahsedelim. TRT eleman arıyoruz diye ilan verdi. Verdiği ilana göre;

10 Stajyer Spiker,
40 Stajyer Muhabir,
60 prodüksiyon hizmetleri ağırlıklı çalışmak üzere Yapım ve Yayın Görevlisi,
15 kurgu ağırlıklı çalışacak Yapım ve Yayın Görevlisi,
15 ses ağırlıklı görev yapacak Yapım ve Yayın Görevlisi,
20 ışık ağırlıklı iş yapacak Yapım ve Yayın Görevlisi
20 resim seçici ağırlıklı görevde bulunacak Yapım ve Yayın Görevlisi

İşe alınacak. Peki sizce işe almak için aranan koşullar nelerdir? Bir devlet kurumu ve devletin tek medya kuruluşu olan TRT de işe alınacak bir kişiden istenilenler ne olabilir? Bir düşünelim. Normal bir medya kuruluşunun bu kriterlerde eleman aradığını düşünelim. Ne isteyebilir? Öncelikli olarak hatırı sayılır bir üniversite mezunu olmak. En azından bir yabancı dil bilmesi. Medya üzerine staj yapması. Hadi o da olmadı medya ile alakalı bir iki belgesi olması. Hadi o da olmadı en azından medya ile alakalı iki üç şey bilsin.

Ben duyduğumda çok şaşırdım. Eminim ki sizde öyle olacaksınız. Yukarıda saydığımız işlere girmek için sadece KPSS sınavına girmeniz yeterli. Bi de zahmet üniversite bitirmek. Bu kadar. Kos koca TRT – ki artık gözüm de o kadar da kos koca değil – eleman almak için yaptığı duruma bak.

Buradan çıkan sonuç şu: İster mühendis ister gazeteci ister işletmeci – iktisatçı ne olursan ol gel. Biz nasılsa senin diplomana bakmıyoruz. Biz, amcana bakıyoruz babana bakıyoruz sen hiç umurumuzda değilsin baban önemli birimi amcan bizden mi biz buna bakıyoruz ha bide kaç soru ezberlemişsin ona bakıyoruz. Malum devlet memuru olacaksınız ezberlemek önemli.

Eskiden bu tür olaylardan çaktırmadan yapılmaya çalışılırdı. En azından çaktırmamaya önem verirlerdi bu kadar da göstere göstere olmazdı.

Bir de hatırlatmakta önem var. Artık aldığımız ürünlerdeki TRT ‘ ye verilen vergi miktarında arttırılmaya hazırlan alılıyor. Sonumuz hayır olur inşallah.

06.11.2009

1 Kasım 2009 Pazar

Look at the tabela !

Malumunuz geçen günler de bir derbi maçına şahit olduk. Her zaman görmeye şahit olduğumuz şiddet olaylarının ve futbolun yanı sıra üstünde durulması gereken başka bir husus vardır. O da Fenerbahçe futbol takımının ve ardından yapılan olaylar zinciridir.

Futbol maçı, Fenerbahçe taraflarının kendi evlerinde alışık oldukları galibiyetle sonlandı lakin bu sefer Fenerbahçeler değişik bir davranışta bulundu. Son yıllarda futbol takımları çeşitli maçlardan, olaylardan sonra tshirt bastırmaları ve bu tshirtlerin üzerine çeşitli mana yüklü ifadeler basmaları deyim yerindeyse bir gelenek oldu. Fenerbahçe’ de bu geleneğe uymuş olacak ki maçtan sonra ‘’ look at the tabela! ‘’ ifadeli tshirt bastırdılar. Sizce burada bir gariplik yok mu?

Uluslar arası haber ajansı CNN’ e göre Dünya’ nın beşinci büyük derbisi olan Fenerbahçe – Galatasaray derbisini kazanan takımın yapması gereken bir davranış mıdır bu? Siz Dünya’ nın beşinci büyük derbisini kazanıyorsunuz ve İngilizce ifadenin bulunduğu bir tshirt basıyorsunuz. Bu davranış ne kadar doğrudur? Dünya’ nın gözünün özerinde olduğu bir maçta Türk futbolunu, Türk futbolcularını göstermeye çalışıyorsunuz da Türkçe’ yi niye göz önünde göstermeye çalışmıyorsunuz? Futbolcuları Türkçe’ den daha mı iyi görüyorsunuz da Look at the tabele diye tshirt bastırıyorsunuz? Türkçe’ nin suyumu çıktı. O tshirt üzerine Tabela’ ya bak deseydiniz ne olacaktı? Sanki bu tshirtler Türkçe’ nin ana dil olduğu Türkiye’ nin dışında başka ülkelerde satılıyor. Diyelim ki satılıyor aksine bu tshirtlerin Türkçe baskılı olması daha hoş ve anlamlı olurdu. Sonuçta Dünya’ nın beşinci büyük derbisi yani Dünya’ nın en önemli beşinci maçı. Prestije bak. Bir de bu zaferi güzelim Türkçemizle kullandınız mı değmeyin keyfinize. Hem futbolunuzun reklamı oluyor hem futbolcularınızın hem ülkenizin hem de anadilinizin.

Bu hususta Fenerbahçe Futbol Takımı’ nın şu durumu da dikkat çekmektedir. Fenerbahçe Futbol Takımı, Atatürk’ ün de Fenerbahçeli olduğunu iddia etmektedir. İddia doğrudur veya yalandır bu husus önemli değil buradaki önemli husus başkadır. Bilindiği üzere Atatürk’ ün anadilimiz üzerine verdiği önemi bilmeyen yoktur. Yalnız Atatürkçülüğünle gururlanan Fenerbahçeliler unutuyorlar ki Atatürkçülük lafla olmaz icraatla olur. Ne alaka diyeceksiniz. Şöyle söyle yeleyim. Son olarak Fenerbahçe Futbol Takımı’ nın İngilizce olarak bastırdığı tshirtlerden bahsettik. Şimdi de Atatürk’ ün bir sözü üzerinde duralım. Atatürk derki:

“ Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin.”

Yani Atatürk kısacası ne diyor: Türkçemize sahip çıkın ve onu koruyun. Fenerbahçe Futbol Takımı ne yapıyor İngilizce baskılı bir tshirt basarak biz anadilimizi koruyoruz, biz Atatürkçüyüz diyorlar. Aman ne güzel!

Ve böyle bir olayı kimse fark etmiyor. Başbakan bile. Türkçe’ nin anadil olduğu Türkiye’ nin başbakanı geçen gün Sabiha Gökçen Havalimanı’ nın yeni terminalinin açılışına katılıyor ve bu açılış sırasında Fenerbahçe Futbol Takımı’ nın satış mağazasının da açılışını yapıyor. Bu açılış esnasında kendisine ‘’look at the tabela’’ tshirtlerinden hediye ediliyor. Ve kendisi de bu olayı espriye vuruyor. Sizce bu davranış ne kadar doğrudur. Türkçe’ nin anadil olduğu Türkiye’ nin başbakanına İngilizce baskılı bir tshirt hediye ediliyor ve kendisi de sesini çıkarmıyor. Oh ne güzel! Başbakan bile artık Türkçe’ yi kale almıyor. Davos gibi Dünya’ nın ekonomik forumunda Filistin ‘ de ki Müslümanları düşünüyor da Dünya’ nın beşinci büyük derbisini kazanan takımın yaptığı bu davranışa niye sesini çıkarmıyor. Türkçemize niye sahip çıkmıyor. Davos’ ta Filistin’ de ki Müslümanları dikkat çekmek için tüm Dünya’ ya ‘’ one minute’’ dedi de bu olay karşısında niye sessiz kaldı. Ama üzgünüm biz bu olay karşısında sessiz kalmayacağız. Türkçemizi kaybetmeyeceğiz. Umarım Fenerbahçe Futbol Takımı’ da zafer sarhoşluğundan dolayı böyle bir davranış da bulundular ve en yakın zamanda bu hatalarını düzeltecekler. Tabi Türkçelerine saygı ve sevgileri yoksa o başka…..

01.11.2009

30 Ekim 2009 Cuma

Taraf Asker Düşmanı mı?

Günlerdir, aylardır belki de yıllardır daha doğrusu Taraf’ ın yayın hayatına başladığı günlerden beri herkesin aklındaki soru buydu. Taraf Asker Düşmanı mı?

Yaptığı haberlerle çıktığı günden beri TSK ‘ nın içinde dönen olayları gün ışığına çıkararak dikkat çeken Taraf, bir takım kişiler tarafından Asker Düşmanı, T.C’ yi yıpratan gazete gibi ağır eleştirilere maruz kaldı. Peki gerçekten Taraf’ ın amacı bu muydu?

Bu sorunu özellikle şu günlerde İrtica ile Eylem Planı’ nın doğruluğunun ortaya çıkmasından dolayı açığa kavuşmasına katkıda bulunmak amacıyla değinmek istedim. Misal vererek başladık devam edelim.

Taraf ilk olarak Nokta Dergisi’ nin ortaya çıkardığı Darbe Günlükleri’ nin peşine düştü ve bu olayın aydınlatılmasını istedi. Taraf’ a ilk eleştiriler bu olayla başladı. Olayın ardından belki de asrın davası olarak nitelendirilen Ergenekon davasının temelini attılar. Suçlamalar bir süre kesilse de bir süre sonra tekrar alevlendi. Daha sonra Taraf dört erin şehit olmasını konu aldı. Ama eleştirilerin dozu artarak devam etti. Genelkurmay’ dan gelen açıklama ve yapılan davranış olayın doğruluğunu kanıtlar nitelikteydi ama eleştirilere engel olamadı. Son olarak İrtica ile Eylem Planı ortaya çıktı. Bu sefer ki eleştiriler hakikaten yüz kızartıcıydı. Hatta Genelkurmay Başkanı’ nın bile bulunan belge hakkında kağıt parçası demesi bu sefer Taraf’ a Asker Düşmanı damgasını dövme olarak vücuduna yemesine sebep oldu. Fakat daha önce olduğu bu olayda doğru çıktı. Sanırım son günlerdeki olayları duymayan yoktur.

Şimdi soruyorum size Taraf gerçekten de Asker Düşmanı mı? Taraf, TSK bünyesindeki oyunları ortaya çıkardığı için asker düşmanımı oldu. Orduyu mu yıprattı şimdi? Hiç sanmıyorum aksine ordu içindeki pürüzleri ortaya çıkararak orduya yardım etti. Lakin halen Asker Düşmanı damgasını vücudunda taşımaya devam ediyor.

Misallerimize devam edelim. Malum eğitim hayatıma halen devam ediyorum ve de összede olan durumumu korumaktayım. Bu hususta çeşitli eğitim kurumlarında olduğu üzere kendi okulumda da bazı dersler öğrencilerin test çözmesi için ayrılıyor ve öğrencilere istediği konuda test çözmeleri için ortam hazırlanıyor. Bu derslerinde birinde sevgili arkadaşım Fevzi, Alparslan ile birlikte artık test çözmekten bunalmış olacaklarından dolayı ya da sabahın sekizi olmasından dolayı test çözmek yerine bayi den aldıkları gazetelerini okumak istediler. Gayet güzel çantalarından Taraf’ ı çıkardılar ve beraber okumaya başladılar. Bir süre sonra dersin hocasının dışarıyı izlemek yerine öğrencileri izleyesi tuttu. Öğrencileri incelemeye başladı. Daha sonra gözüne gazete okuyanlar takıldı. Başta sesini çıkarmadı. Ardından öğrencilere hangi gazeteyi okuduklarını sordu. Bizimkiler de hayliyle Taraf’ ı okuduklarını söyleyince. Hocadan gelen tepki hakikaten şaşırtıcıydı: ‘’ Ooo! Demek siz de asker düşmansınız öyle mi? ‘’ Bırakın arkadaşların düştüğü durumu yerimde ben bile duramadım.

Nasıl? Ne alakaydı? Taraf’ ı asker düşmanı yaptınız yetmedi şimdi birde okuyanlarımı asker düşmanı yapıyorsunuz? Hadi onu da bırakın bir bireyin düşüncelerine saygımız vardır ama bazı sınırlar dışında. Yani bir devlet memurunun devlet kurumunda, bir öğretmenin sınıfta böyle sözlerde bulunması ne derece doğrudur. Hocanın bu şaşırtıcı sözünden sonra ‘’ Okumayın o gazeteyi asker düşmanı o. Başka gazete okuyun ülkeyi yıpratıyor o gazete’’ demesi ne derece doğrudur. Bana biri bunu açıklasın. Benim aklım hayalim almıyor. Bir öğretmenin sınıfta böyle propaganda yapmasını benim aklımın sınırları almıyor. Üstelik düşünce yapısı bakımından yönlendirilmeye mehilli olan lise öğrencileri karşısında bu tür sözlerin sarf edilmesini anlamıyorum. Ki bunu bir tarih hocası söylüyor ise bu durum hakikaten vahim boyuttadır. Tarih hocası da bunu çok iyi bilecektir ki tarih te bazı iddialar belgesi olmadığından gerçek bile sayılmaz. Taraf’ a atılan her iddia belli süreler zarfında asılsız olmasına Taraf’ ın asker düşmanı felan olmadığı ortaya çıkmasına rağmen bir eğitimcinin daha doğrusu eğitimci demeye dilimin bile varmamasına rağmen böyle sözler sarf etmesini görmezden gelemeyiz. Taraf asker düşmanı felan değil bunu artık nasıl anlarsanız anlayın. Ama orta da bir gerçek vardır. Dimi sayın tarih hocası….

30.10.2009

6 Ekim 2009 Salı

Genç Düşünce üzerine

Size televizyon başında geçirdiğim nadir zamanlarda seyrettiğim bir programdan bahsetmek istiyorum. Nadir diyorum çünkü hakikaten şu sınav sistemleri yüzünden bırakın başımı kaldırmayı başımı bile kaşıyamıyorum. Yine de yetterrrrr! diye serzenişte bulunduğumda beynimi boşaltmak için başvurduğum bir programdan bahsedeceğim sizden.

Sayın Prof.Dr. Mehmet HABERAL’ ın inanılmaz bir başarısı olan bir kuruluştan başlayayım ilk olarak. Tabi ki Başkent Üniversitesi’ n den. Başkent Üniversitesi deyim yerindeyse Haberal sayesinde hayat buldu. Bu arada da Haberal tutuklanalı 176 gün olmuş.

Haberal hakkındaki övgülere başlarsam asıl konuya giremeyeceğim umarım başka bir yazıya.

Şimdi ise yine Haberal’ ın bir başarısından bahsedeceğim. Haberal’ ın medyaya verdiği öneme. Kendimi bildim bileli daha doğrusu kendimi Atatürk’ ün Hitabesin’ de bahsettiği Türk Genci olarak görmemden beri Bütün Dünya dergisi var. Oldukça da zevkle okuduğum dergiler arasındadır. Yaklaşık bir seneye yakın süredir yayın hayatında olan Ntv Tarih dergisini andıran bir tarih anlayışı da beni dergiye çeken hususlardan olmuştur. Ama şunu da belirtelim Bütün Dünya, Ntv Tarih’ ten daha önce yayın hayatına başlamıştır. Bütün Dünya, hakikaten bir başarıdır. Türkiye’ nin çeşitli yerlerinde yaşamış çeşitli yerlerini görmüş olan biri olarak Bütün Dünya’ yı çoğu kitapçılarda gördüm bu hakikaten bir başarıdır. Bir evrensel kentin yayının her yerde bulunup okunması ayakta alkışlanacak türdendir. Darısı diğerlerinin başına.

Şimdi gelelim diğer bir başarıya. Haberal, Kanal B ‘ yi kurduğunda bir çok kişi normal bir evrensel kent televizyonu gibi karşılamıştı. Lakin şu anda Kanal B, büyük medya kuruluşlarına kafa tutar olmuştur. Normal bir evrensel kent televizyonu yerel yayın yaparken Kanal B birçok kişiye yayın yapma başarısına sahip olmuştur. Bu konu da tıpkı diğerleri gibi ayakta alkışlanılacak türdendir. Yine darısı diğerlerinin başına diyorum.

Asıl konumuza dönecek olursam. Yukarda bahsettiğim programdan. Ne zaman önceydi hatırlamıyorum. Kafamı toplamak için salona gidip uyduyu açıyorum. Uydu kelimesine vurguda bulunmak isterim. Kanalları geziyorum. O kadar gereksiz şeyler mevcut ki. Tam kapacaktım. Kanal B de ki Genç Düşünce programı dikkatimi çekti. Oldukça da beğendim. Tam Atatürk’ ün Hitabesin’ de bahsettiği gençliğe yönelik bir program olduğu kanısına vardığımda ise programı sürekli takip etmeye başladım. Mümkün oldukça insanlarla yaptığım konuşmalarda bu programı över oldum. Programın misyonu ve vizyonu benim için tam idealdi ama sırf ben sen o ile iş bitmiyor ki. Bunu arkadaşlarımla yaptığım konuşmalar sayesinde fark ettim.

Genç düşünce, düşünen gençliği kendine çekiyor. Bu işi de çok iyi yapıyor fakat günümüz gençliği düşünmeye bile üşeniyor popülarite peşinde koşuyor. Bu husus ise onların suçu değil bazı büyüklerimizin suçu. İşte Genç Düşünce bunu engellemeye çalışıyor. Düşünen bir gençlik oluşturmaya çalışıyor. Bu konuda onları kutlamak lazım. Ama….. Her amadan sonrası önemlidir derler.

Arkadaşlarımla konuşurken Genç Düşünce’ yi nasıl gençler arasında izlenen bir program yapabiliriz konuşmalarımızda bazı hususlara vardık. Bunlardan bazıları ise şunlar;
Program daha çok evrensel kent düzeyindeki gençler ve daha yaşça büyükler üzerinde duruyor halbuki lisedeki gençlerimizde de cevherler mevcut. Programın teknolojik olarak biraz daha yükseltilmesi taraftarıyız. Video gibi çeşitli teknolojik gereçleri kullanarak programın çeşitli bölümlerini gençler arasında dolaşmasını sağlamak. Bunu Kanal B’ nin sitesinde rastladım ama daha da geliştirilmeli. Kaçımız Kanal B’ nin internet sayfasını takip ediyoruz ki. Bir husus daha var bu konuda oldukça tartıştık ama maalesef gerekli olduğu kanısına vardık. Programa, programın misyonu ve vizyonu bozmayacak şekilde popüler konuklar çıkarmak. Bu sayede popülariteyi takip eden gençleri de bu programı seyrettirmek. Çağa ayak uydurmak zorundayız. Nasıl Ntv Spor diye bir kanal kuruldu ve bu kanal ülkemizin bir numaralı popülaritesi olan futbolu işlemesine rağmen yine de popüler konuklar sayesinde izleyici kitlesini arttırmaya çalışıyor. Bir futbol kanalı bile popülariteyi kullanmaya çalışıyor ise gençleri kendine hedef alan bir programın popülariteyi kullanması farz olmuştur artık.

06.10.2009

Elif Şafak ve Türk Edebiyatı

Sincan İstasyonu Aylık Edebiyat Dergisi’ nden
Eylül (2009) Sayısı
Yaz aylarına girildi. Herkes deyim yerindeyse sahillere akın etti. Bu akınlar konusunda dikkatimi çeken hususta ekonomik krizin olmasına rağmen insanların ellerindeki kitaplar oldu. Belki çoğu yazarımıza veya kitapçılara sorduğumuzda satışların sıkıntısından yakınırlar lakin bazı yazarlar hariç. İnsanların ellerinde gördüğüm kitap ise genellikle Elif Şafak' ın son kitabı Aşk oldu.
Strasbourg doğumlu Elif Şafak ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü’nde, doktorasını ise siyaset bilimi alanında tamamladı. İlk öykü kitabı Kem Gözlere Anadolu’yu 1994’te yayımladı. İlk romanı Pinhan’la 1998 Mevlana Büyük Ödülü’nü aldı. Bunu Şehrin Aynaları ile Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü kazandığı Mahrem izledi (2000). Ardından her ikisi de çok satan ve geniş bir okur kesimine ulaşan Bit Palas (2002) ve İngilizce kaleme aldığı Araf (2004) yayımlandı. Med-Cezir’de (2005) kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarını topladı. 2006’da senenin en çok okunan kitabı olan Baba ve Piç yayımlandı. Ardından aylarca satış listelerinden inmeyen ilk otobiyografik kitabı Siyah Süt’ü (2007) yazdı.
Düzenli olarak Habertürk gazetesinde yazan, makaleleri yabancı gazete ve dergilerde çıkan ve yirmiden fazla dile çevrilen Elif Şafak’ın romanları dünyanın en önemli yayınevlerinden Farrar, Straus and Giroux, Viking ve Penguin tarafından yayımlanmakta.
Son romanı Aşk, Ocak 2010´da Amerika´da Viking tarafından The Forty Rules of Love ismiyle yayımlanacaktır.
Elif Hanım' ın kendi internet sayfasından yaptığıdım bu alıntı da tıpkı kitabını elime alıp da ilk sayfasını çevirdiğimde ki şaşkınlığımı yaşadım. Bilmiyorum siz de fark ettiniz mi ama bilmiyorum özgeçmişinin sonunda son romanının Amerika' da yayınla cağından bahsediyor. Bunda ne var, diyebilirsiniz. Fakat kitabı elinize alıp da ilk sayfasını çevirdiğinizde anlıyorsunuz ki bu kitap da Elif Hanım' ın diğer bir kaç romanı gibi başka dillerde yazılmış. İngilizce, Almanca veya herhangi bir başka yabancı dil fark etmez sonuçta gavurca diye tabir edilen bir dilde yazılmış. Başka bir deyişle Türkçe olmayan bir dilde.
Fakat kitabın üzerinde '' Türk Edebiyatı'' yazıyor. İşte bu husus benim dikkatimi çekiyor. Nasıl oluyor da kitabın asıl yazılmış olan başka bir dili var ama Türkçe' ye çevrilince Türk Edebiyatı oluyor. Bize öğretilen bir eserin bizden yanı Türklere özgü edebiyattan olması için öncellikle Türkçe yazılması gerekiyor. Ama Elif Şafak ' da öyle olmamış. Kitap yok satıyor fakat kimse de çıkıp demiyor bu kitap çeviri kardeşim niye orada Türk Edebiyatı yazıyor demiyor. Bu kadar da mı duyarsızız? Dünyaca ünlü olmaya aday bir yazarımız var ama çoğu kitabını ilk önce başka bir dilde yazıyor sonra Türkçe' ye çeviriyor ve buna da sessiz kalıyoruz. Aferin bize...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Hangi yoldan gidiyorsunuz?

Hükümetin Kürt açılımı için çalışmaları sürerken, bir yandan da geçmişte yaşanan acı olayların izleri silinmeye çalışılıyor.
Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, 1980 askeri darbesi sonrası adı hep kötü muamele ve işkence iddialarıyla gündeme gelen Diyarbakır Cezaevi’nin taşınacağını açıkladı.
Eker, cezaevinin yerine de Milli Eğitim Bakanlığı’nın ihtiyaç duyduğu bazı okulların yapılacağını söyledi.
Bakan Eker, “Diyarbakır’ın toplumsal hafızasında çok iyi hatırlanmayan, demokraside büyük yaralar bırakan cezaevini taşıyacağız” dedi.
Yaklaşık 45 dönümlük alanda yapılması planlanan Anadolu lisesi, Genel lise, ilköğretim okulu, anaokulu ve spor tesisleri için yaklaşık 24 milyon TL kaynak aktarılacağı öğrenildi.
Darbe sonrasında Diyarbakır Cezaevi’nde yatan çok sayıda kişi, ağır işkenceye maruz kalmıştı.
Bu kişilerden birçoğu yaşamını yitirirken, onlarca mahkum da sakat kalmıştı. İsyanlara sahne olan cezaevinde, açlık grevi eylemleri de yapılmıştı.
Hükümetin yaptığı bu davranış tarih kitaplarımızın sayfalarını tekrar karıştırmamızı sağladı.
Düyun-u Umumiye (Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi) ‘ nin kapatılması. II. Abdülhamit döneminde kurulmuştur. Sözcük, “Genel Borçlar” anlamına gelir. Düyun-u Umumiye kurulduğu yıldan itibaren, Osmanlı Devleti’ nin ekonomik ve mali yaşamı üzerinde etkili bir rol oynamıştır.
Osmanlı Devleti 1854 yılında dış borçlanmalara başlamış ve 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borçlanma yapılmıştır. Bu dönem içinde 239 milyon lira borçlanıldığı halde, hükümetin eline yanlızca 127 milyon lira geçmiştir.
Osmanlı Devleti, ilk dış borçlanmasını, Kırım Savaşı sırasında, savaş maliyetlerini karşılamak için gerçekleştirdi. Ancak mali durumu düzelmeyen devlet, savaştan sonra da borç almayı sürdürdü. Bundan sonra da borçlanmayı neredeyse alışkanlık haline getiren Osmanlı Devleti, yaşadığı her ekonomik sıkıntıda dış borç almaya başladı. Bu borçların verimli kullanılamaması sonucu, kısa sürede, değil borçlar, faizleri bile ödenemez hale gelindi. 1874′ te devlet mali iflasın eşiğine geldi ve bir kararname çıkardı. Bu kararnamede, Osmanlı Devleti vadesi gelen borç taksitinin ancak yarısını ödeyeceğini açıklıyordu. Ancak açıklanan bu söz de yerine getirilemedi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Osmanlı yönetimi yeni bir mali bunalıma sürüklendi ve Osmanlı Bankası ile Galata Bankerleri’nden almış olduğu iç borçlarını da ödeyemeyeceğini açıkladı.
Hiç bir borç ödemesini yapamayan Osmanlı Devleti, sonunda alacaklılarla anlaşma yoluna gitti. Alacaklılarla masaya oturan yaşlı imparatorluk, 1879′da damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Ancak alacaklı Avrupa devletleri buna tepki gösterdi ve 1881′de damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Bu vergileri toplama ve alacaklılara ödeme görevi de yeni kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi’ne verildi. Bu kurum kurulduktan sonra da Osmanlı Devleti mali sıkıntılar nedeniyle dış borç almak zorunda kaldı.
Lozan Antlaşması ile, Osmanlı Devleti’ ni yarı-sömürge seviyesine indiren bu kurumun vergi gelirlerini denetlemesi sona erdirildi. Sadece borçların alacaklılara paylaştırılması görevini sürdürmeye devam etti.
Bu borçlar, Osmanlı Devleti çöktükten sonra, Osmanlı topraklarında kurulan devletler arasında paylaştırıldıysa da en büyük borç yükü Türkiye’ye verilmiştir.
Türkiye Düyun-u Umumiye’ ye olan borcunun son taksitini, ilk dış borcun alınmasından tam bir yüzyıl sonra, 1954′te ödedi bu dönemin sonunda; Fransa 1881′de Tunus’u işgal etti, İngiltere 1869 da Suveyş kanalının açılmasıyla daha da değerlenen Mısır’ı uzakdoğudaki sömürgelerine giden yolun güvenliği için 1882 de işgel etti, Avusturya 1908 de Bosna Hersek’i topraklarına kattı, Girit halkı 1908 de Yunanistan’a bağlandığını açıkladı, Bulgaristan 1908 de bağımsızlığını ilan etti.
Düyun-u Umumiye binası, İstanbul-Eminönü ilçesinde bulunmaktadır. Bina Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün emri ile İstanbul (Erkek) Lisesi ‘ne tahsis edilmiştir. İstanbul Lisesi (Kuruluş 1884) günümüzde bu binada eğitim vermeyi sürdürmektedir.
Hükümetimizin yaptığı bu davranış M. Kemal Atatürk’ ün yaptığı Genel Borçlar İdaresi ( Düyun- u Umumiye ) ‘ nin kapatılması olayı ile oldukça benzerdir.
M. Kemal Atatürk Genel Borçlar İdaresi’ ni halkımızın üzerindeki hazin öyküsünden dolayı kapatılmasına karar vermiştir ve bu binayı bir eğitim kurumu olarak hizmet vermesini istemiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti’ nin yıkılmasından sonra kalan borçlar arasındaki en büyük yük Türkiye’ ye verilmiştir ama yine de T.C tüm borcunu kendine ait olmamasına rağmen ödemiştir. İstanbul Lisesi işte bu asil davranışın bir simgesi olarak varlığını devam ettirmektedir.
Lakin hükümetimizin Diyarbakır Cezaevi’ ni eğitim kompleksi yapması hangi davranışı simgelemektedir? Diyarbakır Cezaevi’ nin 12 Eylül Dönemi’ nin en fazla işkencelerin görüldüğü cezaevi olarak anıldığını bilmeyen yoktur. Bu cezaevinin eğitim kompleksi olarak hizmet vermesini isteyen sevgili hükümet mensupları acaba neyi amaçlamaktadırlar? Madem hüzünlü bir dönemin kalıntılarını silmek istiyorsunuz buyurun darbecileri yargılayın. Hayır amacınız kürt kardeşlerimize şirin gözüküp oy toplamak ise bunu baştan belirtin. Ama eğer demokrasiye katkıda bulunmak istiyor iseniz ilk önce darbecileri yargılayın ondan sonra onun kalıntılarını silmeye çalışın. Atatürk’ ün yolundan gitmeye çalışıyor iseniz onun davranışlarını örnek alarak gidiniz.

Ünlüler ve sınav sistemi

Son günlerde Hürriyet Gazetesi’ nin Kelebek eki’ nin internet üzerinden sunduğu bir dosya sınav sistemlerinin insanların geleceklerini tayin etmediklerini bir kez daha gösterdi. Dosya aslında kaç zamandır feryatlar içinde kaldığımız fakat şu koca dünyada sesimizin bir karınca gibi çıktı konuyu değişik bir pencereden ele almış.

Dosya, o sürekli dilimizden düşmeyen ünlülerin eğitim durumlarını ele almış. Dosyadan alıntılarla,

Kibariye,

Kimbilir adlı şarkısıyla müzik dünyasına hızlı bir giriş yapan Kibariye, okuma yazmayı öğrendikten sonra yaptığı bir röportajda "okumamış insanları çok eziyorlar" diyerek okuma- yazma öğrenmeden önceki ve sonraki hayatını şöyle anlatmıştı: "Okumamış insana gülmemek lazım. Gelen çiçekleri okuyamadığım zaman komplekse giriyordum. Ala ne yaptım biliyor musunuz hırslandım. Hiç kimse bana okuma -yazmayı öğretmedi. Heceledim. Harfleri tanıyordum ama birleştiremiyordum. Sonra çalışa çalışa öğrendim. Affedersiniz, hani bir zamanlar erkek tuvaletine giriyorken şimdi kadın tuvaletini bulabiliyorum. En önemlisi çocuğumun ilaçlarını okuyabiliyorum."

Kibariye ünlüler dünyasında tanınmış isimlerden biri. Sizin de gördüğünüz gibi bırakın SBS, ÖSS gibi şeyleri okuma yazma bile bilmiyordu ama maddi durumu okuyanlardan çok daha fazla. Burada okumayı kötülüyor muyuz? Hayır ama gereksiz şeyleri okumaktansa ….

Ebru Gündeş,

Tanrı Misafiri ile müzik dünyasına hızlı bir giriş yapan Gündeş ilkokul mezunu. Diplomasını aldıktan sonra ailesine katkıda bulunmak için konfeksiyon atölyesinde çalışmak zorunda kaldı. Sonra da güzel sesiyle şöhret basamaklarını tırmandı.

Özellikle popstar gibi yarışmaların aranan jüri üyesi Gündeş’ in de sınav sistemleri ile bu basamakları çıkmadığına şahit olduk.

Sibel Can,

Can ilkokul mezunu bile değil. Ekonomik zorluklar yüzünden 12 yaşındayken okul hayatına son vermek zorunda kaldı.

Güzide Duran,

Ekonomik zorluklar yüzünden ilkokul 3'ten ayrılmak zorunda kaldı. Ama ana dili gibi İngilizce konuşabiliyor.

Buyurun bir örnek daha. İlkokul 3’ ten terk ama yabancı dili ana dili gibi konuşuyor.



Emrah,

Sanat dünyasına henüz çocuk yaşta Küçük Emrah olarak girdi. Ortaokul mezunu.

Dosyada yine bu ünlüler gibi bir çok isime yer vermiş. Dosyanın dikkat çektiği diğer ünlüler arasında üniversite mezunları da mevcut halen okuyanlar da. Ama bu isimlere dikkat ettiğiniz de çoğunluğunun konservatuar da olduğunu göreceksiniz. Zaten konservatuara girmek içinde ÖSS denen şeyden baraj puanını geçmeniz yeterli.

Gördüğünüz gibi o şaşalı hayretler uyandıran ünlülerin aslında sınav sistemleriyle alakalarının bile olmadığı apaçık ortada.

Siz hala geleceğinizi şıklar arasında mı arıyorsunuz?

29,08,2009

Cemaatler ve Eğitim Sistemi

Şu son günler de medya kuruluşlarında polis okulu sorularının çalınıp cemaate adeta servis edilmesini konuşuyor.


Aslında konuşuyor dediğime bakmayın halen çoğu medya kuruluşu bu haberi servis etmeye bile korkuyor. Çünkü bu tür olaylar ilk değil. Sınav sistemlerini bırakın okullarda bile cemaatlerin kol gezdiği günümüzde bu tür olaylara göz yumuluyor. Son olarak polis okulu sınavındaki olaylar ne ilkti ne sondur.

Cemaatler, gerek sınav sistemleri üzerinde gerek okullardaki etkinliğini uzun zamandır sürdürüyor. Arkasından da çeşitli savlar öne sürerek bu tür olaylara geçiştirilir.

Tarih
1 Mayıs 1999

Yer
Marmara İlahiyat Fakültesi

Bırakın kamuoyundaki Marmara Üniversitesi’ nin cemaatlerle özdeşleşen imajını. Bunu bir kenara bırakılmalı. Sonuçta kesin bir sava varamayız ama ilahiyat fakültesin de illaki bir cemaatlenme olacaktır bunun önünü engellemek imkansız denecek kadar zor kimse inkar etmesin.

Şimdi olayımıza dönelim meşhur ÖSS sorularının çalınmasına
İhsan Örs isimli genç 1 mayıs 1999 tarihinde Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’n den iki adet soru kitapçığını çalmıştı ve o sene çalınan sınav iptal olup yeniden sınav yapılmıştı.

İhsan Örs’ e ne oldu peki?
‘’MARMARA Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden geçen yıl İstanbul'un Anadolu yakasındaki sınav yapılacak okullara gönderilecek soru kitapçığını çalan ve ÖSS'nin iptal edilmesine neden olan İhsan Örs, 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Üsküdar Asliye Ceza Mahkemesi'nde dün görülen duruşmada tutuklu sanık İhsan Örs ‘‘Bu kadar kişiyi mağdur edeceğimi bilmiyordum. Pişmanım’’ dedi.’’

Bu haber eylül 2000 de yayınlandı. Yani 2000 yılında ceza verildiğine göre 2007 yılında tahliye olması gerekiyor. Yani 1.5 milyon gencin kaderiyle oynamak ayrıca devleti yaklaşık
Beş trilyona yakın zarara uğratmanın cezası 7 yıl….

Peki şuan da Örs’ e ne oldu nerede ne yapıyor işte orası unutuldu ya da en doğrusu unutturuldu.

Ve asıl gelelim herkesin gözleri önünde yapılan oyuna.
Biliniyor ki artık şu rezalet sınav sistemi yüzünden artık öğrenciler genç yaşlarda test kitaplarıyla tanışıyorlar. Ortaokul ilk sınıftan başlatalım bu sistemin etkilerini en minimal seviye olarak. Üç sene orta okuldan dört senede liseden toplam yedi sene sınav sistemlerinin kurbanı. Öğrenciler bu rezalet sınav sistemine ayak uydurabilmek için maalesef zamanlarının çoğunu test çözerek geçirilmek zorunda. Ve işte asıl nokta özellikle öğretmenlerin teşvikleriyle öğrencilerin çoğu belirli kaynaklar etrafında toplatılıyor. Nedir bu kaynaklar? En bilindiklerinden Güvender, Zambak, Fem diye böyle gidiyor. Elbette bunların arasında FDD, Final, Sınav ve Fem Bilimleri ayrıca aklıma gelmeyen bir sürü kaynak var fakat dikkat çekmek istediğim şu öğretmenlerin sanki hepsi ağız birliği yaparak aynı kaynakları almasını sağlıyor.

Tamam bir sürü kaynak ismi verdik ama hangilerinde ağız birliği yapıyorlar?
Daha çok genellikle Güvender olmak üzere Fem ve Zambak yayınları üzerinde bulunuyorlar. Zaten piyasaya baktığımız da yüz de 60 ile 70 bu yayın grubunun elinde. Yani piyasa bir takım kişilerin tekelciliğinde.

Bu nokta da dönen oyunu siz de göre bilirsiniz? Bir kitap evine girin sorun soruşturun size benim dediğim yayın evlerini önerecektir.

Ayrıca dönen oyuna bir örnek daha
Yine piyasadaki kitaplara bakın kitapların üzerinde Çağlayan AŞ ‘ in ismini göreceksiniz. Daha doğrusu aynen adresi ile

Sarnıç Yolu No: 5 Gaziemir-İzmir

Daha çok basım yeri olan göreceğiniz bu adres ve şirketin arkasındaki isim aslında beni hiç şaşırtmadı.

Fethullah Gülen'in kardeşi Kudbettin Gülen

Artık bu noktadaki cemaat olgusunu vurgulamama gerek duymuyorum. Ama şu noktaya değinmeden geçemeyeceğim 2 Aralık 2005'te Tempo dergisinde yayımlanan haber de bu matbaadan ve Gülenlerden bahsedilmişti. Bu arada Antalya'da yayın yapan ve konuyu haberleştiren Son Nokta dergisinin 54. sayısı, basım aşamasındayken toplatıldı. Derginin, kapak tasarımı onur kırıcı olduğu gerekçesiyle toplatıldığı belirtilirken, Son Nokta adına yazılı bir açıklama yapan Genel Yayın Yönetmeni İdris Özyol şunları söyledi:


Amerika'dan açılan telefonlar, İstanbul'dan, Ankara'dan devreye giren isimler, Antalyalı kimi işadamlarının baskısı, onlarca araç dolusu insanın yürüttüğü bir operasyon neticesinde dergimiz toplatıldı. Bu operasyonu demokrasi, adalet ve özgürlük güçlerine Şikayet ediyoruz. Elbet bir gün şartlar değişecektir. Buna yürekten inanıyoruz, dedi.

Size bu yazının sonunda benim çok sevdiğim yazarlar arasında olan Abbas Güçlü’ nün köşesinde bulunan Özetin özeti şeklinde seslenmek istiyorum.

Eğitim sistemimiz de maalesef cemaatlerin etkisi hep vardı var olmaya da devam ediyor. Size bunu açıklamaya çalıştım. Eğitimizi tekelliyetçi hakimiyetten kurtarmak için artık ne yapmamız gerekiyorsa yapılmalı. Hazır bazı medya kuruluşları da bu konuda seferber olmuş iken bu konumdan yararlanalım. Eğitimizi adam akıllı alalım. Bazı kişiler bizi yanlış anlayabilir biz sadece cemaatlerin yaptığını değil tarikatlarında yaptıklarına veya herhangi bir gruplaşmanın da yaptıklarına karşıyız. Bu tür oluşumlar için özel okullar var veya olmadı kurslar ve bunun gibi bazı kurum veya kuruluşlar bunun olması gereken yer devlet kurumları hele hele devlet okulları olmamalı. Özellikle eğitim tarafsız olmalı yoksa Milli Eğitim Bakanlığı değil M…… Eğitim Bakanlığı olur. ( Her zamanki gibi noktaları doldurma zahmeti size düşüyor.)


Son söz

Eğitimime dokunma. Dokundurma!

20.09.2009

Fıkranın teknolojik formu

Çağımızda maalesef okuma oranı oldukça düşüktür. Bırakın romanı, öyküyü günlük gazeteleri bile doğru düzgün okumuyoruz. Anca ilgimizi çeken kısımlar olursa, onları da okumaya çalışıp geçiyoruz. Özellikle teknoloji çağı olan günümüzde gazete ve kitap gibi matbu yapıtlar önemini kaybetti, kaybettirildi.

Bir gazetenin ya da bir kitabın maliyeti oldukça fazladır. Lakin talep olduğunda bu maliyetler göze alınarak bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Maliyetini çıkaramadığından yazarı da kitabı da raflarda yok olan insanlar mı ararsınız yoksa gazetesini zar zor çıkartıp düşünceleriyle birlikte ekmeğe sarılanlar mı?

Günümüz insanları bu tür matbu eserlere verecekleri ücretleri gereksiz görmektedir. Doğrudur veya yanlıştır orasını zaman gösterecektir. Buna ek olarak ta Dünya’ nın sayılı gazeteleri arasında olan NewYork Times ‘ ın önümüzdeki yıllarda sadece sanal ortamdan yayın hayatına devam edeceği söylentileri de bulunmaktadır.

İnsanlarımız zamanının çoğunluğunu teknolojik aletlerle geçirmekte olduğundan tüm ilgi alanlarını da bu ortamlarda olmasını istiyorlar. Misal günlük bir gazetenin matbu olarak tirajı 200 bin seyrinde iken aynı gazetenin internet sitesi tirajı 1 milyon ve daha fazlasıdır. Buradan da anlaşılacağı gibi günümüz insanları bilgi edinme işlemini de sanal olarak yapmak istiyor. Bu hususta artan e – book yani sanal kitap sayılarını görebilirsiniz. Genel de interneti kitap özetlerinde kullanıyoruz ama demek ki az da olsa okuyan varmış.

Gelelim gazete konusuna. Günümüz insanları bahsettiğim gibi gazete okuma alışkanlığından neredeyse vazgeçtiler. Ama ilginçtir yazı okuma alışkanlıklarından vazgeçmediler. Gazete köşelerinde okumaya çalıştıkları yazarların verdiği hazı sanal ortamda bulmaya çalıştılar. Nitekim buldukları da söylenebilir. Peki nasıl oldu bu olay? İnternet üzerinden yayın yapan blog yani günce sayfaları sayesinde. Bu güncelerde Dünya’ nın herhangi bir yerinden bir insan sadece bir bilgisayar sayesinde hiçbir maliyet ödemeden bu sayfalardan fikirlerini yayabiliyorlar. Gazeteler gibi bir maliyeti yok üstüne oldukça da yararlı olanları var aralarında. Cem Özkan, Enis Özen ve Mehmet Ortaç ‘ ın blogları benim de takip ettiğim günceler arasında. Tıpkı bir gazete de köşesi olan Ahmet Altan, Can Dündar veya Tuna Kiremitçi’ den alabileceğiniz tatları farklı insanlardan da alabiliyorsunuz. Üstelik ücretsiz.

Blog yazıları günümüzde oldukça önem barındırıyor. Fıkra yazarlığının teknolojicik formu olan blogları takip etmek gerektiğini düşünüyorum. Tabi ki de hepsini değil. Nasıl bir gazetenin veya derginin kalitesi var ise bloglarında kalitesi vardır. İşte bu hususta oldukça dikkat edilmelidir. Çünkü blogların ücretsiz olmasından dolayı önüne gelen bu güncelere başvura biliyor. Ama şu da bir gerçektir, bloglar geleceğin düşünce köşeleridir.

28,09,2009

22 Eylül 2009 Salı

Yabancı dizilerde Türkiye teması

Günümüz koşulları kamuoyunun ilgileri araştırıldığında televizyon seyretmek ön sıralar da yer almaya başladı. Özellikle ev kadınlarının ilgisini gündüz kuşağı diye tabir edilen programlar akşamları ise daha çok herkese hitap eden programlar yer almaya başladı. Hayliyle medyanın kamuoyu oluşturma gücü ortaya çıktı.

Bu gücün yararlı boyutları da oluyor, zararlı boyutları da ama dikkat çekmek istediğim konu o değil. Bu güçteki bazı hususlara dikkat çekmek.

Televizyon kamuoyu oluşturmada önemli bir etken ve diziler bu konuda en etkili araç. Bunda büyük bir çoğunlukça hem fikiriz. Özellikle de yabancı diziler oldukça etkili bir araç. Örneğin bir Lost bir Prison Break How i met your mother dı gibi daha listeyi uzatabileceğim yabancı diziler bu özellikleriyle dikkat çekiyorlar.

Benim de yakından takip ettiğim bu yabancı diziler de Türkiye konusunun işlenmesi beni bu dizilere olan ilgilimi daha da arttırıyor. Bu hususları sizlerle de paylaşayım.

Öncellikle oluşturduğu hayran kitlesiyle büyük yankı uyandıran Lost dizisinden başlayayım.

Ben karakterini canlandıran aktörümüz, adanın yerini değiştirdiğinde kendisi de adadan ayrılır. Adadan ayrıldıktan sonra kendisini Sahra Çölü’ n de bulur. Seyredenler belki hatırlamıştır. Ben, çölde bulunca kendini iki tane bedevi ona doğru yaklaşarak ona silah doğrulturlar. Ben, önce İngilizce bilip bilmediklerini sorar cevap gelmez. Daha sonra Arapça sorar yine cevap gelmez. Ardından Türkçe olarak ‘’ Türkçe biliyor musun? ‘’ diye sorar ve bedeviler ona silahı doğrultmakla kalmazlar ateş ederler. Seyredenler hatırlamıştır. Seyretmeyenler için de olayı anlattım zaten.

Öncelikle seyrederken çok şaşırmıştım. Tıpkı diğer seyredenler gibi daha sonradan biraz sevindim diziyi seyredenleri düşündükçe. O kadar insan Türkçe’ nin büyüsünü hissetti, o tınıyı duydu. Ama sonra bir an durdum. Aklımdan soru yumakları oluşmaya başladı?

Öncellikle neden İngilizce neden Arapça neden Türkçe?

İngilizce maalesef evrensel dil kabul edildiğinden Arapça ee hadi o da normal aynı coğrafyadan dolayı ama Türkçe…. Bir de dikkat çekmek istiyorum orijinal söylenişiyle buna vurgu yapmak istiyorum çünkü biraz sonra vereceğim örneklerde böyle bir nokta yok. Şimdi tekrar olaya gelelim.

Bu olaydan anlaşılacağı üzere ; Türkçe artık kendini dünya sahnesinde göstermeye başlamıştır. Ayrıca Sahra Çölü’ nün jeopolitik koşulları düşünüldüğünde bu coğrafyada Türklerinde güç sahibi olduğu vurgulanıyor. Yalnız şuna da değinmeden geçemeyeceğim neden Türkçe konuştuktan sonra ateş ettiler? Sizin de kafanız da soru işareti kaldı değil mi?

Şimdi ise bu sene son sezonu gösterilen dizimize;
Prison Break

Her ne kadar ‘’Büyük Kaçış’’ dense de biz Prison Break diyelim. Çünkü asıl çevirisinde hapishaneden kaçmak ya da firar etmek anlamları oluşuyor. Oralara girmeden buradaki Türkiye vurgusuna gelelim.
Bu dizi de ise karşımıza başlı başına bir karakter, bir kurum ve meşhur bir olayımızdan bahsediliyor. Öncelikle karakterden başlayalım. Lisa Tabak, Amerika’ da ki Türk Konsolosu’ nun eşi. Kurum ise anlayacağınız gibi Türk Konsolosluğu. Bu arada Lisa’ nın bir özelliği daha karanlık işlerdeki adamımızın kızı olması akıllar da bir soru işareti uyandırıyor. Ayrıca konsolosluğumuzun olduğu sahnelerde Türk Bayrağı da vurgulanıyor. Gelelim meşhur olayımıza. Nedir bizim meşhur olayımız ya Kürt sorunu ya Ermeni sorunu ya da Kıbrıs sorunudur. Genellikle vurgusunu yapmak istiyorum. Dizi de ise Ermeni olayından bahsediliyor. Yine seyredenlerin hatırlayacağa üzere bu olaydan ‘’ duygusal ‘’ olay vurgusu yapılıp geçiliyor.


Sırada ise yüzünüzdeki hafif tebessümleri görür gibi olduğum How i met your mother dizisine. Bu dizi de diğerlerinden farklı bir Türkiye vurgusu var. Normal olarak karşılanmalı çünkü dizinin misyonundan dolayıdır. Tıpkı diğer dizilerin misyonları gibi Türkiye vurgusu yapılmışsa bu dizide de kendi misyonları çerçevesinde Türkiye vurgusu yapılmıştır. Buradaki vurgu ise Türk Lezbiyenleri…
Bilmiyorum bu konuya nasıl vurgu denir veya nasıl dikkat çekilir ama dizi de geçen Türk Lezbiyenleri noktası oldukça dikkat çekmiştir doğrusu.


Ülkemiz de daha çok Kurtlar Vadisi’ n de gördüğümüz Türkiye Siyaseti vurgusu yine yabancı diziler de yine farklı bir pencereden bakarak daha çok sit kom diye tabir edilen dizilerde görülen Türkiye İmajı yine yabancı dizilerde mevcut.

Son söz olarak;
Türkiye, eskiden dünya gündeminin döndüğü yerdi ancak masa altlarından konuşulurdu şimdi ise bağıra bağıra Türkiye’ nin önemi vurgulanıyor. Artık anlayana demek istiyorum. Elin adamı senin ülkenin ne kadar önemli olduğunu anladı, başkalarına duyurmaya çalışıyor sen hâlâ üç beş soru çözünce bir şeyler anladığını san……

23,09,2009

gencmanifesto.virgullu.com adresinden alıntıdır.

26 Haziran 2009 Cuma

gencmanifesto.blogspot.com adlı adreste yazan yazarımız Tolga Kayasu artık yazılarıyla http://gencmanifesto.virgullu.com adresinde olacaktır.

Ayrıca gencmanifesto bünyesinde olan diğer yazarlarda bu çatı altında buluşacaktır.

25 Haziran 2009 Perşembe

tövbekar


Bu da oldu sonunda. Medya dünyasında özellikle televizyon çatısı altında yapılmadık şey kalmadı. Ama halen yeni şeyler bularak beni şaşırtmaya devam ediyorlar. Şimdi ki bomba ise ‘’ Tövbekar’’

Bu yarışma programında 1 imam, 1 papaz, 1 papaz ve 1 budist rahip, 10 ateiste kendi dinlerini kabul ettirmeye çalışacak. Yüzünüzde oluşan ifadeyi merak ettim doğrusu. İşin ilginç yanı yarışmanın sonunda para ödülü yok. Medya Grup Başkanı Seyhan SOYLU’ nun hazırladığı bu programda şu ifadeleri dikkat çekti : ‘’ DÜNYANIN EN BÜYÜK ÖDÜLÜNÜ VERİYORUZ. SİZE TANRI İNANCINI HEDİYE EDİYORUZ.’’ .

Milletimiz para için evlendi, hopladı zıpladı, börtü böcek bile yedi ama bakalım para ödülü olmayan bir yarışmaya katılacaklar mı? Ayrıca diğer bir merak konum ateist biri din değiştirmek için niye bir yarışmaya katılsın? Ayrıca illa bir dine inanmak zorunlu mu?

Yapılan bir diğer açıklama ise ‘’ Beyninizi uyuşturan ve size hiçbir şey kazandırmayan diğer yarışmalardan bıktınız mı?
O zaman işte Kanal t televizyonun Türkiye’ye armağanı.
Bu yarışma Türkiye’yi barıştıracak.
Mevlana; ‘ kim olursan ol gel’ dedi, tövbekârı Tanrı’ya davet etti. Biz de Tanrı’ya sırtını çevirmiş ateisti tövbeye davet ediyoruz. Bu yarışmayla Türkiye’yi hoşgörüye çağırıyoruz. Bizce dünyayı Tanrı inancı kurtaracak, o yüzden kalbinde huzuru bir türlü bulamayan ateistlere bu yarışmayla ‘tövbe et, huzuru bul’ diyoruz. ‘’

İnançları bile artık şov amaçlı kullanmaya başlamamız gülünç doğrusu. Böcek yedirin ama milletin inancına karışmayın veya şov amaçlı kullanmayın gerçekten inanan biri zaten inancını şov amaçlı kullanmaz ama bu yarışma programı hakikaten şaşırtıcı.

Bakalım daha başımıza neler gelecek. Kutunuzdan inancınız çıkmaya başlarsa ve teklif olarak başka bir inanç bize sorulursa napıcaz acaba???

25,06,2009

17 Haziran 2009 Çarşamba

Atatürk’ün Gizlenen vasiyet davasını AİHM'e taşıyan M. Tumluer'den şok iddia:

"Başbakan verdiğim belgeleri şantaj aracı olarak kullanıyor"

MERSİN'de araştırmalarıyla da tanınan, Atatürk'ün gizli vasiyetiyle ilgili açtıkları dava reddedilince Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) dava açan deri tüccarı 41 yaşındaki Meriç Tumluer, Ak Parti hakkında Anayasa Mahkemesi'nde açılan kapatma davası ile ilgili yargı süreci sürerken, Başbakan Erdoğan'a şantaj suçlamasında bulundu. Tumluer, AK Parti kurulmadan önce ve daha sonra da başbakan olarak Mersin'e gelen Recep Tayyip Erdoğan'a, Atatürk'ün gizlenen vasiyeti ile ilgili tüm belgeleri verdiğini öne sürerek, AİHM'de kabul edilen dosyada da bulunan belgelerin, zamanında kendisi tarafından Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı başta olmak üzere tüm yargı kesiminde de verdiğini ileri sürdü. Tumluer, "Başbakan bu durumu iyi biliyor. Bu nedenle, partisinin kapanması ile ilgili olayda, ilk paniği atıp, şimdi 'Parti kapatılmaz' demesinin sebebi de, yargının da bu konuda sessiz kalması ile ilgilidir. Yargıya da aba altından sopa gösteriyor." dedi.

Atatürk'ün gizli vasiyetiyle ilgili Türkiye'de iç hukuk yollarından bir sonuç alamadığı için davayı AİHM'e taşıyan Meriç Tumluer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili şok iddialarda bulundu. Şu anda AİHM'de kabul gören dava dosyasında bulunan Atatürk'ün gizli Vasiyeti ile ilgili belgelerin tümünü AK Parti kurulmadan önce 9.2.2002 yılında, daha sonra Başbakan iken de Kargıpınarı Beldesi'nde bulunan Çetinkaya Mağazası açılışına gelen Erdoğan'a verdiğini ileri süren Tumluer, "Bu belgeleri kendisine bizzat verirken, şunu söyledim. 'CHP hukuken suç işlemiştir. Atatürk’ün gizlenen vasiyeti ile ilgili bütün bilgi ve belgeleri saklıyorlar. CHP Genel başkanları suçludur' dedim. Fakat, Erdoğan geçmişte kendisine verdiğim dosyaları 30.1.2006'da ilk kez Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ile mal varlığı sorusunda CHP'ye benim verdiğim dosyayı göstererek, dedi ki 'Ey CHP ey Deniz Baykal, Atatürk'ün paralarını ne yapıyorsunuz? Atatürk'ün vasiyetindeki paralar nerede? diye sormuştu." dedi.

BEN ŞANTAJ YAPSIN DİYE VERMEDİM

Başbakan Erdoğan'a Atatürk'ün bu güne kadar açıklanmayan Vasiyeti'nin açıklanması konusunda gereken çalışmayı yapması için belgeleri verdiğin hatırlatan Tumluer, "Ben bunların açıklanmasını istediğim için verdim. Kendileri Sıkıştığında CHP'ye çöküp, sıkıştırsın diye vermedim. Yani CHP Genel Başkanı Baykal kendisine çöküntü yaptığında, onu bertaraf etmek için
Atatürk'ün gizlenen vasiyeti ile ilgili belgeleri kullanıyor. Başbakan elindeki belgeye ihanet ediyor. Atatürk'ün sözlerini kendi ve partisinin çıkarları doğrultusunda kullanıyor. Mecliste milletvekili olurken Atatürk inkılaplarına bağlı kalacaklarına hukukun üstünlüğüne inanacaklarına, namusları ve şerefleri üzerine yapmış oldukları yemine ihanet etmiş oluyorlar. Bu belgeleri açıklamamakla, yargıya CHP'ye şantaj yapmakla. Anayasa Mahkemesi'ne de şantaj yapıyorlar. Yani olay bizim tarafımızdan dava açıldığı ve Yargıtay ilgilenmediği için yargının da sorumlu olduğunu hissettirip, 'Siz benim partimi kapatırsanız, bende elimde bilgi ve belgeleri tüm dünyaya açıklarım halk infiale geçer ve kendinizi kurtaramazsınız' diyerek yargıya, orduya ve CHP'ye şantaj yapıyor." diye konuştu.


İLK PANİĞİ ATLATTI

Başbakan Erdoğan’ın partisi hakkında açılan kapatma davasında ilk paniği attığını, şimdi de 'Parti kapatılmaz' demesinin nedeninin yargının da bu konuda sessiz kalması ile ilgili olduğunu vurgulayan Meriç Tumluer şöyle devam etti:


"Yani yargıya da aba altından sopa gösteriyor. Yargının da ilgilenmemesini koz olarak kullanıyor. Çünkü ben geçmişte görev yapmış ve şuanki Yargıtay Başkanı Osman Arslan,Cumhuriyet Başsavcısı Abdurahman Yalçınkaya , Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve üyelerine de verdim. Başbakan da bunu çok iyi biliyor. Şu an içinde bulunduğu sıkıntıları aşmak için devamlı yargıya, orduya şimdi de CHP'ye yapmış olduğu baskının, şantajın altında Atatürk'ün Vasiyetinin gizlenmesi ile AHİM'de açılan davayı koz olarak kullanıyor. Bununla da ilgili ispata hazırım. Sayın Gül, Başbakan Yardımcısı iken merkez binaya gittiğimizde, danışmanı Süleyman Mızıkacı ile görüştüm. Kendileri makama belgeleri ilettiklerini ve Başbakan Müsteşarı Ömer Dinçer ve yardımcılarının özel kalemde bulunanlardan görüştüğümüzde kendisine iletildi söylendi. Kendilerine gönderdim ve ilgileneceklerine dair resmi yazıda aldım. Şimdi menfaatleri için kullanıyorlar. AKP şantaj yapıyor. En büyük koz bu belgeler. Bu belgelerle tehdit ediyorlar. Burada kapatma davası ile ilgili Erdoğan'ın açıklaması var. Gelen açıklamalar ve şu yargının sessizliği ortadadır. Erdoğan, üstüne basa basa söylüyor. 'Siz Atatürk'ün resmini paralardan kaldırdınız. Siz Atatürk'ün resmini pullardan kaldırdınız, İnönü'nün yaptığı hatayı sizde yapıyorsunuz.' Bütün mesele ortada dönen şantajlar. Atatürk'ün gizlenen vasiyeti ile ilgili yapılan şantajdır."

KAPSAMLI DOSYA VERDİM

Başbakan Erdoğan’a verdiği dosya içerisinde önemli belgeler bulunduğunu da öne süren Meriç Tumluer bu konuda şu iddialarda bulundu:

"Dosyada davaya konu tüm belgeler, gazetelerde çıkan yazılar ve mahkeme zabıtları var. Yani Başbakan ve Abdullah Gül bu konuda her şeyi çok iyi biliyor.

CHP'nin usulsüzlüğünü biliyor ve bunu koz olarak kullanıp Baykal'ı sıkıştırıyor. Atatürk'ün paralardan resminin çıkarılmasıyla ilgili tartışmada Baykal'ın verdiği cevapta çok gereksiz. '1938'de ben bebektim emekliyordum' diyor. Olayı saptırıyor. Orada Kemal Anadol'un da açıklamış olduğu ortamda Devlet başkanları, Cumhurbaşkanları kanunla kendi resimlerini paraya koyabilirlerdeki ortam var. Merkez Bankası'nda kanunla Cumhurbaşkanın resmi paraya basılabilir ama tamamen yok edilemez. Orada yazılı olan bazı maddeler de var. İsmet İnönü orada Atatürk'e olan husumetini paradan puldan, Cumhurbaşkanlığından ve PTT pullarından resmini kaldırarak husumeti zaten gösteriyor. Eğer husumet olmasa yapmazdı. İnönü yapıyor bunları. Atatürk'e olan husumetini ve dış devletlerle olan İngiltere Amerika Rusya ile olan onlarla olan istihbaratlarından dolayı, ikinci adam olma ağırlığını taşıyamamaktan dolayı, Atatürk'e olan fakat yüzüne söyleyemediği sadece bir kere içki masasında içkili iken haykırdığı bir ihaneti söz konusu. Ben bizzat İnönü'nün kızı Özlem Toker ile görüştüm. Kendine de sordum bunları. Onunla da ilgili video görüntüleri elimde var."

BELGELER ONLARI AYAKTA TUTUYOR

Atatürk'ün gizli vasiyeti ile ilgili belgelerin şu anda Erdoğan ve AK Partinin elinde kalan tek koz olduğunu da öne süren Meriç Tumluer şöyle devam etti:

"Eğer bu belgeler elinde olmazaydı çoktan kaybolmuştu. AK Parti tarih sahnesinden 2007 seçimlerinde silinmişti. Tek koz, tek koltuk değneği Atatürk'ün gizli vasiyeti. Bunu kendileri çok iyi biliyor, yoksa şimdiye kadar AKP diye bir varlık kalmayacaktı. Bana göre Abdullatif Şener'in siyasette aday olmamasının nedeni de gizli vasiyet olayıdır. Açılması artık an meselesi olduğu için, AHİM'den sonuç gelir de kendileri suçlu olur diye meclise girmedi. Bunu da çok ciddi olarak söylüyorum. Bir yerde kendisini kurtarmaya çalıştı. Dava açılırsa yargılanmamak için girmedi. En son Kürşad Tüzmen'e de verdim. Bana dedi ki 'Biz Hükümet üyesiyiz açıklayamayız' Ben bu konuşmamı ispatlayacak bilgi ve belgelere sahibim. Bunun böyle olduğunu Gül, Erdoğan, Büyükanıt'da iyi biliyor.
Ben bununla ilgili muhatap olacağım ortama getirdiklerinde hepsinin yüzüne direk söylerim. Eğer ki bu söylediğimi kanıtlayamazsam, beni Mahkemeye de verebilirler. Ben Atatürk'ün kurmuş olduğu Cumhuriyet'in bir ferdi olarak, bunu bizzat kanıtlamaya hazırım. Başbakan çıksa 'Ben böyle bir belge almadım' dese çok tanığım var. Abdullatif Şener, Abdullah Gül, Necati Çetinkaya, Cemil Çiçek, Vecdi Gönül, Saffet Benli, makam şöförü Ramazan Sarı bu olayın tanığıdır. Kesinlikle inkar edemezler. Çetinkaya Mağazası açılısında konuyu Erdoğan'a anlatırken, bizzat çekilmiş resmimiz var. Hatta resmi bana Ömer Çetinkaya verdi. İnkar edemez kesinlikle. Kapatma davası için Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yakında geri adım atma hazırlığındadır. Zaten, orduyu susturmuş durumda.”

AİHM KARAR VERMEDEN AÇIKLANMALI !

Atatürk'ün gizli vasiyetinin açıklanmasının artık zamanının geldiğini anlatan

Meriç Tumluer bu konuda ilgililere şu çağrıda bulundu:

"Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri zor duruma düşmeden, TC'nin Dünyadaki itibarı zedelenmeden bu günkü yöneticiler Dünya konjektörünün de artık bu vasiyete müsait bir duruma geldiğini gördükleri için gerekli özeni göstermelidirler. Çünkü bu vasiyet içerisinde Türk-İslam Alemi ile ilgili yazılar var. Vatikan ve Musul, Kerkük, Ayasofya, 12 adalar, Kürt meselesi ile ilgili yazılar var. Bakın, Kürt meselesi AB ve ABD tarafından devamlı önümüze konuluyor. Bu gün Kuzey Irak'ta bir Kürt devletinin yapılanması söz konusu. Her ne kadar Türkiye'de bunu beceremeyeceklerse de, yarın yanı başımızda bir Kürt Devleti kurduklarında, elbette ki bir takım sıkıntılar yaşanacak. Etrafımızda kanayan yaralar var. Irak'ta Filistinde , her gün insanlar ölüyor. Dünyada devamlı açlık sıkıntıları ortaya çıkıyor. Atatürk'ün gizlenen vasiyeti başta “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”un uygulanması ile ilgili Türkiye'nin yer altı madenleri, Türk Gençlerinin geleceğini ilgilendiren Atatürk'ün Gelirlerinin tekrardan Atatürk'ün emrettiği gibi Türk gençliğinin eğitim ve öğretim hizmetine kullanılması ile ilgili bilgiler var. Üst düzey Devlet büyüklerimiz eğer açıklarlarsa bir sıkıntı yaşamazlar. Ama, AHİM karar verdikten sonra bir açıklama yaparlarsa sıkıntıya girerler.!

SONUÇ OLUMLU ÇIKACAK !
Davayı taşıdığı AİHM'de olumlu sonuç çıkacağına inandığını da ifade eden Tumluer sözlerini şöyle noktaladı:
"AHİM'e gönderdiğimiz dosyalar hukuk kurallarına uygun olduğu için ön incelemeden geçerek dosya numarası verildi. İçeriği ile ilgili hukuk dışı işlemlerin usulsüzlüklerini belgeleyecek. Burada bir yerde AHİM doğruları söylemek mecburiyetindedir. Çünkü burası tarafsız bir mahkeme. Her ne kadar Türkiye'ye karşı kararlarından değişik bir tutuma girdiyse de doğruları söyleyecek. Atatürk'ün vasiyeti ile ilgili konularda Vatikan'ı da ilgilendiren Avrupa ülkelerini de ilgilendiren bazı yazılan olduğu için AHİM, konu hakkında tarafsız karar vermek durumdadır."


MERSİNLİ Meriç Tumluer, edindiği bilgi ve belgelerle AİHM'e açtığı dava dilekçesinde gizli vasiyetin var olduğu iddiasını ise şöyle özetledi:
"Atatürk, 6 Eylül 1938'de Dolmabahçe Sarayı'nda iken yanında, Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, Ordinaryüs Prof. Neşet Ömer İrdelp olduğu sırada, İstanbul Beyoğlu 6'ncı Noteri İsmail Kunter'i makamına davet ederek, el yazısı ile yazmış olduğu vasiyetlerinin olduğu zarfı, kapalı bir şekilde, 3 yerinden kırmızı bal mumu döktürüp, mühürleterek, Noter Kunter'e 'Bu kapalı zarfta vasiyetlerim var, icap ettiği vakit, gerekeni yaparsınız' diyerek teslim etmiştir. Atatürk'ün 10 Kasım 1938'de vefat etmesinden sonra, vasiyetlerinin olduğu mühürlü olarak kapatılmış olan büyük zarf, Ankara 3'ncü Sulh Hukuk Mahkemesi tarafından, 28 Kasım 1938'de saat 15.00'de bir heyet huzurunda açılarak içerisinde, bilinen fakat eksik açıklanan vasiyetnamesi ve kapalı vaziyette bir zarf daha çıkmış olup, bu zarf Ankara 3'ncü Sulh Hukuk Hakimi Osman Selçuk ve görevli bir heyet tarafından, 5 Ocak 1939'da, Ankara'da Ulus semtindeki Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü Merkez Şubedeki özel kasalara, 50 yıl sonra, 10 Kasım 1988'de açıklanmak üzere konmuş ve yapılan işlemler mahkeme ve banka yetkilileri tarafından tutanaklara geçirilerek, karşılıklı imzalanarak kayıt altına alınmıştır. Kasaların kapıları kilitlenerek gününden önce açılmasını engellemek maksadı ile 50 yıllık süreç için kasaların kapısı özellikle kaynakla tutturulmuştur. 50 yıl sonra açıklanmayan, askeri, siyasi, coğrafi, ekonomik ve en önemlisi dini konularda, gelecek zaman içerisinde ülkemizde ve dünyada yapılması gerekenlerle ilgili olup, Nutuk'da yazmış olduğu, şifreli bilgilere haiz kendi el yazılarının olduğu resmi belgelerdir. Gizli Vasiyetname, 1988'den itibaren Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Adalet Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve MİT Müsteşarlığı tarafından bilinmektedir. Gizli vasiyetname İle ilgili 50 yıllık süre, 10 Kasım 1988'de açıklanması gerekiyordu. 7'nci Cumhurbaşkanı Kenan Evren, bu konu ile ilgili hukuken bu vasiyeti açıklamak asli görevi olduğu halde, kamuoyuna hiç bir bilgi vermemiştir."