gencmanifesto kurulduğundan bu güne 33 ülke tarafından okuyucu bulmuştur. Aşağıda göreceğiniz sayacturka tarafından bu tesbitler yapılmıştır. Bu blogun hiçbir siyasi güç ile uzaktan yakından alakası yoktur. Tek amacı Türk Gencini daha iyi bir noktaya taşımaktır.

genmanifesto
genckalem92@gmail.com

desteklerinizi bekliyoruz

31 Mayıs 2009 Pazar

‘’ Van minüt’’ faturası

Herkesin bildiği üzere milli Davos Fatiği’ miz pardon başbakan bir an aklım ona açılan pankartlara gitmiş bulundu. 2009 Davos Ekonomik Forumu’ na yumruğunu vurdu pardon pardon yine aklım o karşılamaya gitti, damgasını vurdu diyecektim. Moderatör ve Şimon Perez ile yaşadığı olayları hepimiz biliriz. Şimdi herkesin söylediklerini tekrarlayarak papağanlık yapmanın lüzumu yok. Bu olay ne derece ilgilendirir orası önemli değil ama bu olayın ülkemize bir faturası belirlendi. Siyasi boyutu bir yana ekonomik olarak belirlenen bu miktar hiçte yok sayılacak cinsten değil.

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'taki Dünya Ekonomi Forumu'nda Gazze oturumunu terk etmesiyle başlayan Türkiye- İsrail gerginliğinin faturası turizm kenti Antalya'ya kesildi.

Gerginliğin hemen ardından İsrail turizm pazarında yaşanan kan kaybı, küresel krizle birleşince, yeni sezonda Antalya'ya gelen İsrailli turist sayısı geçen yıla oranla yüzde 65 düştü. Geçen yılın ilk 4 ayında 77 bin 237 İsrailli turisti konuk eden Antalya, 2009'un aynı döneminde yalnızca 27 bin 534 İsrailli turiste Shalom (selam) diyebildi. Bu sonuçla turizm hanesinden 50 bin 237 turist silinen dünya kenti Antalya, yıllık 350 bin turistin geldiği İsrail pazarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Yaşanan düşüş nedeniyle endişelerini dile getiren turizm temsilcileri ise kan kaybını durdurmak adına yeni projeler üretmeye başladı. Olumsuz havanın turizm hedeflerini etkileyeceğini savunan turizmciler, "Önlem alınmazsa İsrail pazarı küçülmeye devam eder" dedi.

İsrail pazarındaki ciddi küçülmenin Türkiye'ye ders olması gerektiğini belirten Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB) Antalya Bölgesel Yürütme Kurulu Başkanı Kerim Çavuşoğlu, turizm hassasiyetlerinin dikkate alınmaması halinde yaşanan olumsuz havanın devam edeceğini vurguladı. Turizmle ilgili konularda sektör temsilcileri kadar ülke yönetimindeki kişilerin de sorumluluk sahibi olduğunu dile getiren Çavuşoğlu, "Davos olayı turizmin ne kadar hassas olduğunu bir kez daha göstermiştir. Eğer bazı şeylere dikkat edilmezse işte ortaya böyle bir sonuç çıkar" dedi.

`One minute' olayının ekonomik krizle birleşmesiyle İsrail pazarında ciddi küçülme yaşandığını vurgulayan Çavuşoğlu, "Tabii ki bu küçülmenin tek sorumlusu politik çekişmeler değil. Fakat herkes söylediklerine dikkat etmeli. Bu ister politikacı olsun, isterse bu memleketteki en basit işi yapan vatandaş. Eğer `turizm bizim gözbebeğimiz diyorsak' ona göre davranmalıyız. Aksi takdirde bu olaylarla daha çok karşılaşırız" diye konuştu.

İsrail- Türkiye arasındaki taşımacılığın yüzde 40'lık bölümünü karşılayan Flying Carpet adlı seyahat acentasının Antalya Temsilcisi Serdar Ünsalan da, "One minute'nin etkisi bizi vurdu. Bu etkinin 2011 yılına kadar devam edeceğini tahmin ediyoruz. İsrail pazarında bu yıl yaşanan küçülmenin Türkiye'ye zararı yaklaşık olarak 100 milyon dolar. Bu gerçekten çok büyük bir rakam. Umarım bu kan kaybı en kısa zamanda durdurulur" dedi.

Pazardaki küçülmenin önüne geçmek için yeni bir proje hazırladıklarını belirten Akdeniz Turistik Otelciler ve İşletmeciler Birliği (AKTOB) Başkanı Sururi Çorabatır ise küçülmeye tek bir pencereden bakmanın doğru olmayacağını belirterek şöyle konuştu:

"Pazardaki düşüş sadece politikaya bağlanmamalı. Madem ortada yüzde 65'lere varan bir daralma var. O zaman biz ne yapacağımızı, bu daralmanın önüne nasıl geçeceğimizi konuşmalıyız. Turizm sektörü temsilcileri ile birlikte İsrail'de düzenlenecek özel bir program hazırlığı yapıyoruz. Ekside giden ibreyi yeniden artıya çevirmeyi amaçladığımız bu program için hazırlıklar sürüyor. Eğer kaynak konusundaki süreci tamamlayabilirsek, İsrail'e giderek burada özel bir program yapacağız. Bu programa İsrail'de çok sevilen bir sanatçıyı da götürmeyi planlıyoruz. Bu sayede İsrail'le olan ilişkilerimizi yeniden güçlendireceğiz."

31,05,2009

İçki onlara yasak bize değil

Muhafazakar kesimlerce içki satılan yerlere karşı aşırı derece bir antipati oluştu. Bunun temeline baktığımız da İran, S.Arabistan gibi İslam ülkelerinde içkinin satışının yasak olması, satanların da büyük bir çoğunluğu ise ölüm gibi cezalarla cezalandırıyorlar. Lakin böyle davranışlar ülkemizde de artmaya başladı.

Atatürk İlke ve İnkılapları’ nın 1938 yılında anayasaya girmişti. Herkesin bildiği gibi bu ilkelerden biri de ‘’ Laiklik ’’ ilkesidir. Hani bazılarımız bilmiyor olabilir ama bu ilkenin anlamı ‘’ din ile devletin birbirine karıştırılmaması ’’ olarak literatürlerde yer alır. Ama özellikle Akp iktidarı bu ilkeyi hiçe sayıyor. Moda’ da içkinin yasaklanması, ayrıca Keçiören olaylarında olduğu gibi içki tıpkı İran, S.Arabistan ülkelerindeki gibi yasaklanmaya çalışıyor.
Bizim bu ülkelerden tek farkımız ‘’ laiklik ’’ anlayışını benimsemiş olmamızdı ama artık onunda kalktığı görüyoruz.

Bu kesimlerce, Başbakanın ‘’ Reina düşmanlığı ‘’ Bülent Uygun’ un ‘’ Laila düşmanlığı ’’ gibi bu konuşmalar devam eder. Medyanın sürekli üzerinde durduğu bu diyalogları almanın sebebi yine medya da yer alan bir haberden dolayı.

Bu kesimin bugün Reina’nın müşteri kitlesinde önemli bir yeri olduğunu vurgulayan Koçarslan, Türkiye’nin ambalajı Reina’ya Türkiye’yi yönetenlerin sahip çıkması gerektiğini belirterek, “Reina’nın müşterilerinin yarısı yabancı, normalde buraya gelmeyen pek çok işadamı da yabancı bir misafiri olduğu zaman mutlaka buraya getiriyor. Muhafazakar işadamlarımız bile iş görüşmeleri için buraya geliyor. Çünkü Reina ortaklıkların yapıldığı, Türkiye’nin pazarlandığı, satıldığı yerdir, Türkiye’nin ambalajıdır. İşadamlarının önünü açan bir referanstır. Ama muhafazakar işadamları buraya girmeyen Başbakan’a Reina’nın ortaklık yaptıkları yer olduğunu söyleyemiyorlar, çekiniyorlar. Bu onların Reina’ya borcudur” diye konuştu.

Arap ülkerinde içkinin yasak olduğu söylemiştim, bizim ülkemizde de yasaklaştırmaya çalışıyor ama iş o kesimlere gelince yasak olmuyor. Reina’ ya gidebiliyorlar ama başkası gidince ‘’ dinsiz ’’ oluyor. Bu hususta da ülkemizde en fazla içkinin muhafazakar kesimlerin büyük bir çoğunluğunun bulunduğu Konya’ nın oluşu oldukça dikkat çekicidir.

Körfez ve Arap ülkelerinden müşterilerinin sayısının arttığını da anlatan Koçarslan, bu durumun “Reina’da alkolsüz bira satışlarını artırıp artırmadığına ilişkin soruya, ”Bugüne kadar alkolsüz birayı sadece Formula1 pilotu Michael Schumacher istedi. Reina’da yoktu, aldırdık, ikram ettik. Başka kimseye vermedik“ cevabını verdi. Ekonomik krizin eğlence sektörünü olumsuz etkilediğini ve işlerinin bu kış geçen kışa göre yüzde 45 düştüğünü dile getiren Koçarslan, yerel seçimlerden sonra canlanmanın başladığını belirtti. Koçarslan, “Bizde kışın işler azalır ama bu yıl ekstradan yüzde 45 düştü. Kriz döneminde adam bir yandan işçi çıkarırken bir yandan da Reina’da görünmek istemiyor. Başka bir yerde görünse sorun yok ama Reina’ya görülürse laf edilir, o yüzden de işler düştü“ dedi.

Önceki yıl genel seçimlerde Reina’ya gelenlerin yüzde 90’nın AKP’ye oy verdiğini söyleyen Koçarslan, yerel seçimlerde bu oranın düştüğünü vurguladı. Koçarslan, ”Yerel seçimlerde benim müşterilerimin de AKP’ye verdiği oylar düştü. ’Özel hayatıma müdahale etmeyin, gece hayatıma dokunmayın’ dediler. Benim müşterilerden aldığım mesaj bu“ değerlendirmesini yaptı. Koçarslan, Reina’nın da olduğu sahil şeridini bir türlü turizm bölgesi ilan etmeyen AKP iktidarının en iyi işlerinden birinin eğlence sektöründe mafya ve rüşveti bitirmesi olduğunu söyledi. Koçarslan, ”Şimdi mafya diye bir şey kalmadı, bu iktidar hepsini bitirdi, haraç kesen, yol kesen yok oldu. Rüşvet bitti“ diye konuştu.

31,05,2009

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Panel: Şiddetin Normalleştirilme Süreci

6 Haziran 2009 Cumartesi 14:00-20:00

Rengahenk Sanat Evi

Rengahenk Sanat Evi, Uppsala Üniversitesi’nden (İsveç) Eva Lundgren’in “Şiddetin Normalleştirilme Süreci” isimli kitabının Türkçe’de yayınlanması dolayısıyla yazarı da konuk edeceği bir panel düzenliyor.

İsveç’ten Ulusal Kadın Sığınakları Organizasyonu ROKS, Türkiye’den Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Uppsala Üniversitesi’nden Asa Elden ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Nükhet Sirman’ın katılımlarıyla gerçekleşecek bu panelde, kadına yönelik şiddeti açıklamaya yönelik çerçeveler, sığınak deneyimleri ve kadınları kontrol etmeye yönelik diğer mekanizmalar tartışmaya açılıyor. Kitabın çevirisini, EHESS-Paris Üniversitesi’nde kadına yönelik şiddet ve Türkiye’deki kadın sığınakları üzerine doktora tezi hazırlamakta olan Berna Ekal üstlendi.

Tüm dünyada 1970’lerden itibaren feministlerin gösterdiği çabalar sayesinde kadına yönelik şiddetin hemen her coğrafyada ve her kesimdeki yaygınlığı artık kabul gören bir gerçek. Ancak şiddete dair bakış açılarında henüz köklü bir değişiklikten bahsetmek mümkün değil. Çoğu zaman şiddetin alkol kullanımı ya da psikolojik rahatsızlık gibi “anormal” sorunlardan kaynaklandığı fikri, haberlerin kurgulanmasından gündelik konuşmalara kadar pek çok yerde kendini gösteriyor. İşte sosyolog Eva Lundgren’in “Şiddetin Normalleştirilme Süreci” isimli kitabı İsveç örneğinden yola çıkarak, genel anlayış kalıplarının ve yaklaşımlardaki eksikliğin, kadına yönelik erkek şiddetinin anormal bir olgu değil, bilakis toplumda normal olarak kabul edilen kadınlık ve erkeklik kalıpları olduğunu gözler önüne seriyor.

Eva Lundgren’in, İsveç’te kadına yönelik şiddetle ilgili yasal düzenlemelerin yapılması amacıyla yürütülen bir proje kapsamında, kadına yönelik şiddetin yaygınlığı üzerine yaptığı “Tutsak Kraliçe” isimli araştırmasının bulguları kadın-erkek eşitliğinin beşiği olarak görülen İsveç’te büyük bir tepkiyle karşılanmış. Panelde açılış konuşmasını yapacak olan Lundgren, kitapta önerdiği fikirlerini açacak ve bir akademisyen olarak araştırmasına yönelik tepkiler karşısında yaşadıklarını bizlerle paylaşacak.

Kitabın İsveç’teki basımını üstlenen ROKS, ülkede kadına yönelik şiddet konusunda çalışan 90 kadın örgütünün bir araya gelerek kurdukları feminist bir oluşum. Türkiye’nin ilk feminist kadın sığınaklarından birini açan Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı ile ROKS’un katılacağı ikinci oturumda, her iki ülkedeki feminist sığınak deneyimleri paylaşılacak.

Üçüncü oturumda, ülkemizde İsveç’te namus cinayetleri üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Uppsala Üniversitesi’nden Asa Elden ile özellikle aile, akrabalık, milliyetçilik ve namus üzerine çalışmalarıyla tanınan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Nükhet Sirman konuşmacı olarak yer alıyorlar. Kadınların kontrol edilme biçimlerinin tartışılacağı bu oturumu, Nükhet Sirman ve Ayşe Gökkan’ın Diyarbakır’da kadın ölümleri üzerine yürüttükleri bir araştırmadan yola çıkarak hazırlanan “Ya Umutta Biterse” isimli belgeselin gösterimi ve feminist tiyatro topluluğu Tiyatro Boyalı Kuş’un forum tiyatrosu tekniğini kullanarak hazırladığı “Şiddet” isimli oyunu izliyor.

İsveç Konsolosluğu’nun desteği ile basılan “Şiddetin Normalleştirilmesi Süreci” okuyuculara ücretsiz olarak dağıtılacak. Bunun için kurumların Rengahenk Sanat Evi ile görüşmeleri gerekiyor.

Program

14:00 – 14:30 Açılış Konuşması

“Şiddeti bir süreç olarak ele almak: Başarı ve direniş” -

Eva Lundgren (Uppsala Üniversitesi)

14:30 – 15:40 İsveç ve Türkiye’deki feminist sığınak deneyimleri – Sığınak, şiddetin normalleştirilmesine nasıl bir cevap verir?

Moderatör: Berna Ekal

Katılımcılar:

“Pratikte Şiddetin Normalleştirilme Süreci” - Ann-Sofie Sterio (ROKS)

(Konuşma başlığı daha sonra belirlenecektir.) – Fatma Mefkûre Budak (Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı Gönüllüsü)

15:40 – 16:00 Ara

16:00 – 17:10 Kontrolün veçheleri

Moderatör: Jale Karabekir (Tiyatro Boyalı Kuş)

Katılımcılar:

“İsveç’te Namus Adına Şiddet: ‘Ötekinin Sapkınlığı’nın Normalleştirilmesi - Asa Elden (Uppsala Üniversitesi)

“Namusun yeni yüzleri” - Nükhet Sirman (Boğaziçi Üniversitesi)

17:10 – 17:30 Ara

17:30 – 18:20 Belgesel Gösterimi ve Tartışma

“Ya Umutta Biterse”

18:20 – 18:30 Ara

18:30 – 19:00 Forum Tiyatrosu

“Şiddet” – Augusto Boal anısına

Tiyatro Boyalı Kuş

19:00 Kapanış Kokteyli

Rengahenk Sanat Evi

Tel: 0212 292 32 47-8 (Katılım sınırlıdır. Lütfen rezervasyon yaptırınız.)
Adres: İstiklal Cad., Olivio Han Geçidi, Olivio Han, No: 5, Kat 2 Galatasaray

rengahenksanatevi@gmail.com

http://www.rengahenk.org/

29 Mayıs 2009 Cuma

ATİLLA YAYLA DOSYASI


Toplumbilimcinin görevi, toplumsal dünyayı doğal olmaktan ve kader olmaktan çıkarmak, yani iktidarın kullanılmasını örten ve tahakkümü sürdüren mitleri yıkmaktır.
Pierre Bourdieu

BİR PROFESÖRÜN LİNÇ HİKAYESİ

Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla, Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç ve AKP milletvekili Zekeriye Akçam ile birlikte 18 Kasım 2006 tarihinde, AKP İzmir İl Gençlik Kolları tarafından düzenlenen ve konusu “AB sürecinin toplumsal yansımaları” olan panele katıldı. Yayla, panelde yaptığı konuşmada Türkiye’nin 1923 sonrası yaşadıklarını temel olarak iki bölüme (1923-45 yılları ile 1950 ve sonrası) ayırarak ilk dönemin bu değer ve kurumlar açısından başarılı bir dönem sayılamayacağını, bu sebeple Kemalizmin medenileştirici bir süreç olarak değerlendirilemeyeceğini, bu anlamda bir gerileme niteliği taşıdığını belirtti.
Panelin ertesinde Yeni Asır Gazetesi’nde “Hain” başlığıyla Yayla’nın Atatürk’e hakaretlerde bulunduğuna dair bir haber yayımlandı. Haberin dayanakları, Yayla’nın Atatürk’e “Bu adam” diye hitap etmesi (ki bu ifadenin Yayla tarafından kullanılmadığı panelin kaset çözümlemesi yapıldıktan sonra ortaya çıktı) ve “Kemalizmin gericiliğe tekabül ettiğini” belirtmesi idi.

Haberlerin arkasından hemen tavır alan Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç, Yayla'nın üniversiteden uzaklaştırıldığını açıkladı. YÖK Başkanı Teziç de Yayla’nın sözlerinin bilimsel görüş açıklaması olarak değerlendirilemeyeceğini belirtti. Gazi Üniversitesi tarafından yürütülen soruşturma sonucunda Yayla görevine iade edildi, ama bu sözlerinden dolayı da "kınama cezası" aldı.

Bunlar devam ederken, Yayla’ya “Atatürk'ün manevi şahsı ve hatırasına hakaret ettiği” iddiasıyla 4,5 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. İzmir Cumhuriyet Savcısı Ahmet Güven'in hazırladığı iddianamede, Prof. Dr. Yayla'nın, panelde, Atatürk'ten "bu adam'' şeklinde söz ederek Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret suçunu işlediği belirtildi.

İzmir 8’inci Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen dava sonucunda Yayla, 28 Ocak 2008’de sadece söylediği sözlerden ötürü 15 ay hapis cezasına çarptırıldı! Yayla, benzer cümleleri yine kurması halinde bu ceza infaz edilecek. Temyiz edilen dava dosyası halen Yargıtay’da.
Yayla’nın Suçlanan İfadeleri:

"... Ama Türkiye bunları tartışacak. Türkiye bunları tartışma durumuna gelmiştir. AB süreci her türlü problemlere rağmen ilerlerse önümüzdeki yıllarda bunları rahatlıkla tartışırız. Bize soracaklar. 'Neden her yerde Atatürk heykeli var?' diye soracaklar. 'Neden her dairede aynı adamın fotoğrafları asılı?' diye soracaklar. 'Kemalizm Türkiye'nin problemidir' falan diye.. Bizimkiler şiddetle tepki gösterirler buna; ama eninde sonunda tartışacağız. Üstünden atamazsınız, eninde sonunda tartışacaksın. Ya bu kulübe üye olacaksın. Süreçte Hollanda'da ne oluyorsa siyasi alanda o olacak ona benzer bir şey olacak ya da 'Ben bu kulübün ülkesi değilim, Ortadoğu'nun ülkesiyim.' diyeceksiniz. Bizim rejimimiz Ürdün'le beraber, Suriye'yle beraber diyeceksin. Benim arzum şu ki, bu şeyler toplumda tartışılsın; ama sonunda büyük bir kavgaya yol açmasın. Sürtüşmeye yol açmasın. Makul bir şekilde tartışılsın. Hiçbir kimseyi rencide etmeden, hiç kimseyi aşağılamadan çözümlenmesi gereken problemler çözülsün. Ben üniversite hocasıyım, bu şeylere kafa yormak zorundayım. Bunları insanlara aktarmak zorundayım. Karşı tezlerin çıkmasını isterim. Umarım karşı tezler de çıkar, ben de bu konudaki fikirlerimi değiştiririm. Kemalizm o değilmiş..."


Daha geniş bilgi için:
Av. Ali Koç : 0232-484 94 96

DÜŞÜNCE SUÇU(!?)NA KARŞI GİRİŞİM
Tel.: +90 216 532 75 45, +90 216 492 0504
antenna@antenna-tr.org
www.antenna-tr.org
Aşağıdaki yazı, Atilla Yayla gibi akademisyen olan Baskın Oran’ın 30 Mart 2008 tarihinde Radikal 2’de yayımlanan makalesidir.

KEMALİZMİ KORUMA KANUNU
Ortalık yine fena toz-duman. Herkes panikte. Böyle durumlarda can simidi, bağımsız yargıdır. Kuralı koyar, tozu-dumanı aralar, kafamıza uymasa da biz ona uyarız, rahatlarız. Ne yapıp yapmayacağımızı biliriz hiç olmazsa.
Malum, Prof. Dr. Atilla Yayla İzmir 8. Asliye Ceza Mahkemesi’nce 15 aya çarptırılmış, 2 yıl da “denetime tabi tutulmaya” mahkum edilmişti.
Bizim bildiğimiz, suçu “Bu adam” diyerek “Atatürk’e hakaret” idiydi. Gerçi, birilerinin çıkıp “Yahu, Atatürk adam değil mi?” deme tehlikesi her zaman mevcut. Ama, hiç olmazsa Atatürk’e böyle demenin yasak olduğunu bilir, demez ve rahatlardık. Mesela Gazi Üniversitesi şu anda çok rahat. Pratikte zaten rahattı çünkü gazetecisinden asistanına ve öğrencisine kadar belli bir çizgi dışında olanlar hemen dövülüyordu. Geçenlerde teorik olarak da rahatladı. Bir araştırma merkezinin açılışında rektörün verdiği kokteyl, alkol de ikram edildiği gerekçesiyle yirmi kadar “genç” tarafından basıldı. Gerekçeleri son derece net: “Burası Müslüman evlatların vatanı. Burada salyangoz satılmaz” (Radikal, 20.03.08). Oh, rahat. Satmazsın, olur biter.
Oysa, gerekçeli karar yayınlanınca gördük ki rahat bize haram. Çünkü Prof. Yayla “Bu adam”dan değil, düpedüz Kemalizm’i eleştirmekten mahkum olmuş. Bir gazetecinin sorusuna cevap olarak söylediği şundan: “Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül etmektedir. Medenileşmeyi çözücü bir süreçtir”. Yargıç şöyle yazmış:
“Tek başına ‘bu adam’ sözcüğü herhangi bir hakaret içermese de sanığın sorusu üzerine verdiği cevabın tamamı bir bütün olarak değerlendirildiğinde bilimsel bir tartışma sırasında aslında kendi düşüncesi olan sözleri Avrupa Birliği yetkililerinin soracağı sorular gibi göstererek Atatürk’ü aşağılar biçimde ‘neden her yerde bu adamın heykelleri ve fotoğrafları var diyecekler’ şeklinde söylediği sözlerle Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret ettiği, söylediği bu sözlerin bilimsel açıklama boyutunu aştığı…” (E.Önderoğlu, Bianet, 12 Mart 2008 ve gerekçeli karar no.2008/25).
Şimdi niye her şey yine toz-duman oluverdi, onu anlatayım:
Suç ve kanun
Yasanın halk arasındaki adı: “Atatürk’ü Koruma Kanunu”. Resmî adı: Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun. Sayısı: 5816. Çok kısa: 5 maddelik. Kabul tarihi: 25.07.1951. Önemli olan, birinci maddesi:
“Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse 1 yıldan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılır. Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye 1 yıldan 5 yıla kadar ağır hapis verilir.”
(Gençler bilmeyebilir ama, büst kırmayı ve 1951’i duyar duymaz bizim kuşak kulakları hemen dikmiştir: Bu yasa Demokrat Parti tarafından Ticaniler’e karşı çıkartıldıydı. Şeyhleri Kemal Pilavoğlu (1906-1977) olan bu “ikonoklast” tarikatın hobisi çekiçle Atatürk büstü kırmaktı da ondan).
Prof. Yayla büst kırmadığına ve kabir tahrip etmediğine göre suçu 1. fıkraya giriyor. İyi de, mahkemenin gerekçesi buna girmiyor. Sanık sövdüyse ancak Kemalizm’e sövmüş sayılabilir, Atatürk’e sövme durumu yok. Var deniyorsa, o zaman mantıken tek bir sonuç mümkün: “Atatürk ile Kemalizm aynı şeydir”. Toz-duman da buradan çıkıyor. Çünkü Atatürkçülük ile Kemalizm belki aynı şey kabul edilebilir ama, diğer ikisi?
Bir defa, Atatürk ünlü bir insan. Bütün önemli yılları, yani 38 yaşından ölümüne kadar, her şeyiyle ve büyük titizlikle kayda alınmış. Net. Ama Kemalizm insan değil. 1920-30’larda formüle edilen, bugün de taraftarları olan, çok tartışmalı bir fikir sistemi. Zamanında ne olduğu üzerine yorum birliği olsa bile, 80 yılın sonunda ne olduğu tamamen yoruma tabi. Baksanıza, simgesi Altı Ok’u şimdi ne yapacağını bizzat CHP bilemez durumda.
İkincisi, “Kemalizm 80 yıldır aynen devam etmektedir” diyorsak, o zaman vaziyet daha da toz-duman çünkü ortada Kemalizm’e gerçekten bir sövme olduğunu söylemek lazım. Zira Kemalizm’in en temel ilkesi, laiklik. Oysa dünyada sadece din, Kitab-ı Mukaddes, Tanrı kelamı gibi şeylerin değişmezliği iddia edilebilir. Atatürk’e tanrı, Kemalizm’e din demeye hazır mısınız? Bundan büyük sövme olur mu yahu?
İki çağdaşlaştırma dalgası
Artık işimizin gerçekten zor oluşu; yok AKP’yi kapatma davası açılmış, açılabilir miymiş, bunlardan değil. Türkiye ne davalar gördü! Yassıada, Deniz Gezmişler, 17 yaşında asılan Erdal Eren, son olarak Anayasa Mahkemesi’nin 367 davası. Bunların yanında Erdoğan ile Baykal’ın kayıkçı kavgasının esamisi okunmaz.
Peki, neyin tozu-dumanı bu? Hangi kavganın? Türk-Kürt? İlerici-gerici? Sünni-Alevi? Sağcı-solcu? Laik-dinci?
Geçiniz efendim. Hiçbiri değil. “Muasır Medeniyet” anlayışlarının kavgası bu. Kemalizm 1920-30’larda formüle edildiğinde o günkü B.Avrupa’yı Muasır Medeniyet olarak aynen almıştı. Şimdi reformcular aynı şeyi yapmak ve bugünkü B.Avrupa’yı Muasır Medeniyet olarak almak istiyor. Bu alışa, 1920-30’cular karşı çıkıyor.
Bunların dedeleri B.Avrupa emperyalizmiyle savaştan yeni çıktıkları halde B.Avrupa’yı idealleri ilan etmişler ve aynen almışlardı. Şimdi torunları, B.Avrupa’yı düşman ilan ediyor. Çünkü tek bildikleri, bugünkü B.Avrupa’nın antitezi olan 1920-30’ların reçetesi. İslam, Kürt, Ermeni sorunları, hiç fark etmez, önlerine ne gelirse bu reçeteyi uyguluyorlar, hastanın ateşi daha da fırlıyor, dişleri zangır zangır vuruyor, o zaman bunlar sinirden ve çaresizlikten ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Benim toz-duman yatışsın diye asgari önerim, bir de “Kemalizm’i Koruma Kanunu” yapılması. Kafalarımız netleşsin. Neyi yapıp ne yapamayacağımızı, neyi düşünüp neyi düşünemeyeceğimizi, neyi eleştirip neyi eleştiremeyeceğimizi söylesinler ki, kalan aklımızı tozdan-dumandan koruyabilelim.
Baskın Oran

Bu dosya http://www.antenna-tr.org/dunya/guncel.asp?feox=129&lgg=tr adresinden alınmıştır.

Türkiye ve Karadeniz ülkelerindeki ifade özgürlüğü tartışıldı

Düşünce Suçuna Karşı Girişim tarafından iki yılda bir organize edilen ve bu yıl 23-24 Mayıs tarihlerinde 6’ncısı düzenlenen Düşünce Özgürlüğü İçin İstanbul Buluşması, düşünceleri nedeniyle Türkiye'de baskılarla karşılaşanları, Avrupalı ve Karadeniz bölge ülkelerindeki hak savunucularını bir araya getirdi.

Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Turgut Tarhanlı, açılış konuşmasında, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra özellikle güvenlik meseleleri etrafında ifade özgürlüğünü sınırlarının tartışmaya açıldığını, son olarak da evrensel insan hakları standartlarının dini değerlerin korumaya alınması yönünde girişimlere sahne olduğunu söyledi.

Tarhanlı: AİHM kararlarını da tartışabilmeliyiz

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) içtihatlar itibariyle, kültürel ve sanatsal konularda, politik düşünce açıklamalarına göre daha az özgürlükçü kararlar alabildiğini ifade eden Tarhanlı, AİHM kararlarının da insan hakları savunucularınca tartışılmasının yararı olabileceğini açıkladı.

Toplantının ilk gününde "Türkiye'den tanıklıklar" bölümünde Mahmut Alınak, Temel Demirer, Abdurrahman Dilipak, İbrahim Özdabak, Doğan Özkan, Serkis Seropyan, Mehmet Tursun, Alp Selek, Bora Bengisu, Mehmet Baransu maruz kaldıkları yargılama süreçlerini ve yaşadıkları baskıları aktardı. Tanıkların ve yargılandıkları maddelerin geniş bir yelpazede seçilmesi Türkiye’deki ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’nün ne halde olduğunu gözler önüne serdi.

İlk günün öğleden sonraki bölümünde ise Uluslararası Af Örgütü’nden Andrew Gardner,
İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden Emma Sinclair Webb, Uluslararası PEN’den Eugene Schoulgin, Uluslararası Yayıncılar Birliği’nden Alexis Krikorian, MAZLUMDER’den Ömer Faruk Gergerlioğlu kurumları adına tebliğlerini sundular.

Prof. Turgut Tarhanlı’nın moderatörlüğünde ve Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Doç. Dr.Yaman Akdeniz, Yrd. Doç. Dr. Asuman A. İnceoğlu’nun katılımıyla “Ayırımcı ifadeler, bilişim yoluyla ayırımcılık tehdidi ve ifade özgürlüğü” başlıklı panel ile ilk gün sona erdi

Buluşmanın ikinci günü ise Emekli Büyükelçi, K.E.T. eski Gen. Sek. 1. Yrd. Murat Sungar’ın açılış konuşması ile başladı. Karadeniz Ekonomik İşbirliği üyesi ülkelerden gelen sivil toplum kuruluşu temsilcileri ülkelerindeki düşünce ve ifade özgürlüğü alanında karşılaştıkları sorunları ve mücadeleleri ve yaptıkları çalışmaları aktardı. Prof. Yaman Akdeniz’in moderatörlüğünde ve konukların katılımıyla düzenlenen panellerde “Karadeniz ülkelerinde medyada ayırımcı söylemler ve ifade özgürlüğü” tartışıldı.

Uluslararası Af Örgütü'nden Türkiye'ye ifade özgürlüğü eleştirileri

Uluslararası Af Örgütünün (Amnesty International) 2009 yılı raporunda, Türkiye'de geçen bir yıl boyunca Anayasa Mahkemesini de içine alan hukuki mücadelelerin yaşandığı belirtildi

405 sayfalık raporun "Avrupa ve Orta Asya" başlığı altında 3,5 sayfa ayrılan Türkiye bölümünde, iktidardaki AK Parti aleyhine ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu’gerekçesiyle Anayasa Mahkemesinde açılan ve kapatılmama yönünde sonuçlanan davaya yer verildi ve DTP için de ‘ülkenin birlik ve bütünlüğüne karşı eylemlerde bulunduğu’ gerekçesiyle benzeri bir davanın açıldığı hatırlatıldı.

Uluslararası Af Örgütü, Anayasa Mahkemesinin üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasını öngören Anayasa değişikliğini iptal etmesini eleştirdi. Raporda, üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırılması amacıyla TBMM’de kabul edilen Anayasa değişikliğinin "devletin laiklik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle" mahkemece iptal edildiği hatırlatılarak, "Fakat bu karar, başkalarının insan haklarına dayanan din ve inanç özgürlüğünün sınırlanma ihtiyacını yeterince açıklayamamıştır" denildi.

"Aşırı ulusalcı Ergenekon yapılanmasının" yargılanmasına da değinilen raporda, "çığır açan soruşturma kapsamında hazırlanan iddianamede üst düzey emekli subaylar dahil devlet kurumlarıyla bağlantılı örgütün seçimle gelmiş hükümeti siyasi cinayetler ve şiddeti teşvik gibi yöntemlerle devirme planı yapmakla suçlandığı" aktarıldı.

Raporda, terörle mücadele kapsamında gelişen bazı olaylarda "taciz, fiili saldırı ve mülke saldırı dahil olmak üzere belirsiz kişiler ve grupların Kürt kökenli Türk vatandaşlarını hedef alan" saldırılarda artış görüldüğü belirtilerek, Balıkesir’in Ayvalık ilçesine bağlı Altınova beldesinde birkaç gün süren olaylar buna örnek gösterildi.

“TCK 301. Madde’de yapılan değişiklik yeterli değil”

İfade özgürlüğüyle ilgili Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesinde yapılan değişikliğin yeterli olmadığı savunulan raporda, diğer bazı maddelerin de ifade özgürlüğünü kısıtladığı iddia edildi. Raporda, mahkemelerin sık sık internet sitelerini kapatması da "orantısız" bulundu.

Raporda, Adana Valiliğinin izinsiz gösterilere katılan çocukların ailelerinin yeşil kartlarını iptal edileceği ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfının yardımlarının kesileceğine yönelik duyurusunun "toplu cezalandırma" anlamına geldiği ve herkesin sağlık hizmeti alma ve yeterli yaşam standardı hakkını ihlal ettiği görüşü dile getirildi.

Gösterilerin yeterli gerekçe gösterilmeden yasaklanması ve izinsiz gösterilerde orantısız güç kullanılması eleştirilen raporda, geçen yıl işkence ve kötü muamele vakalarının arttığı ve kolluk kuvvetlerinden şikayetçi olanların genellikle karşı suçlamalara hedef olduğu öne sürüldü.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Naim Tirali üzerine

Naim Tirali üzerine;
BURGAZ ADA'DA ANMA TOPLANTISI
SAİT FAİK'i anmak için Burgazada'dayız. Gecikenleri beklemek üzere, bir süre Rıhtım Kahvesinde oturuyoruz. Gelenlerle birlikte, İskele Parkı'ndaki Sait Faik büstü önünde saygı duruşunda bulunuyoruz. Sonra da kimimiz yürüyerek, kimimiz motorlar ya da faytonlarla, Kalpazankaya'daki açık hava lokantasının yolunu tutuyoruz.
Salah Birsel, Kemal Bekir, Feyyaz Kayacan, Behzat Ay bir aradayız. Behzat Ay, sabah sabah içkili. Feyyaz Kayacan ile ilgilenerek, içki konusunda uzman sayılabileceğini gösteriyor. Bir daha Behzat Ay'ı görmüyoruz.
Dönüşte yüreğim sıkıştırıyor bir ara. Çevremdekilere belli etmeden, dil altımda eriyecek bir trinitrin hapı atıyorum ağzıma. Vapurla Bostancı'ya geçiyoruz. Tarık Dursun Volkswagen'iyle, Necati Cumalı ve eşiyle, beni de Etiler ve Bebek'e bırakıyor.
Bebek, 18 Mayıs 1986 , Naim Tirali

TDD, gençlerin pek okumadığı edebiyata sevdalı olanların ise elinden bırakamadıkları bir dergidir. Matbu olarak bulduğumda matbusunu bulamadığım zamanlar ise sanal ortam aracılığıyla okuyorum dergiyi.

Şubat 2002, sayı olarak ise 88’ i gösteriyor. Okumaya başlıyorum. Sanal pencereler akıp gidiyor önümden. Yukarıda sizin ile paylaştığım günlük karşıma çıkıyor. Seviniyorum. 19 mayıs günü Feyza hocanın ( Hepçilingirler ) öğrencileri olarak biz de Burgazada’ daydık. Sanırım bu bir gelenek her yazarın ve öğrencilerin ortak buluştukları bir mekan. Sait Faik’ in evinine gidiyoruz ama kocaman tadilat dolası ile kapalıyız yazısını görüyoruz. Üzülüyoruz hayliyle. Kalpazankaya’ ya çıkıyoruz - gelenek bozulmuyor – Neşemiz yerine geliyor.

Caddebostan Kültür Merkezin’ de tanıştığım tonton bir isim vardı – hatta imzalı kitabını da aldığım - Ahmet Miskioğlu. Kitabı halen de kütüphanemdedir. ‘’Ana temleriyle Sait Faik ve Yeni Türk Edebiyatı ‘’ 21,12,2008 de imzalanmış. Bu tonton biraz da duymayan – sadece beni de olabilir – insanın yazdığı bir yazıyı okudum Naim Tirali ile ilgili. Belki bilmeyenler olabilir niçin bu kadar Naim Tirali üzerinde durduğum konusuyla ilgili. Gazeteci, yazar Naim Tirali 25 mayısta bir süredir tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Tirali için bugün Caddebostan Kültür Merkezi’ nde bir tören düzenlendi. Tirali 28 mayısta Giresun’ da toprağa verilecek.

Ahmet Bey’ in kaleminden Naim Tireli’ yi iletmek isterim:

Naim Tirali, bana göre, aramıza bir serüvenden dönmüş gibiydi. Odysseus gibi serüvenden serüvene geçmişti, büyük acılar çekmişti, ölümcül savaşımlardan kurtulmuştu.

«Gece mi gündüz mü? Kaç saattir baygınım? Ameliyat olup bitmiş. Demek ki kurtulmuşum. Şükürler olsun Ulu Tanrı'ya. Aylardır salt benim değil, uzak yakın tüm tanıdıklarımın kafasında yer eden sorun, sonunda tatlıya bağlandı demek. Göğsümü boydan boya yarıp yürek üstünde dört beş saat çalışarak tıkalı koronerlerin görevini, bacaklarımdan aldıkları damarlara yüklemeyi başarmışlardı sonunda. Ama niye konuşamıyordum? Niye ayaklarımı kıpırdatamıyordum? Neyse ki el parmaklarım oynayabiliyordu. » diyor Piraziz Nere; Berlin Nere adlı yapıtında. «Beyaz önlüklü hastabakıcılar, beyaz önlüklü yardımcılar, beyaz önlüklü doktorlar... Herkes beyaz içinde. O beyazlıklar, beni ak bulutlar arasına sürüklüyor. Az uz zorlamayla yüreğim sıkışmayacak demek eskisi gibi. Her coşkulu davranışımda, göğsüme saplanacak bir sızıyı beklemeyeceğim artık. Sonsuz bir iyimserlik içinde, akbulutlar üstünde kâh uçuyorum, kâh yüzüyorum...» diyor, sonra ekliyor: «Ameliyata sabahın saat onunda almışlardı. Kaç saat sürdüğünü, yoğun bakımda kaç saattir baygın yatmış olabileceğimi düşünüyorum. Kafam öyle dağınık ki, içinden çıkamıyorum bir türlü. Sağ elimin üstünden, boynumdan, serum ve kan şişelerine bağlı olduğumu; karnımda, belimde direnler bulunduğunu; idrarımın da ince bir hortumla dışarı verildiğini zaman geçtikçe ayırdediyordum.»

Her şey apaçık görülüyor: Ölümden dönmüştü Naim Tirali. Şimdi ise, yazar arkadaşlarının arasındaydı. Yeni bir döneme başlıyordu artık o...

İlk döneminde Yenilik dergisini ve Yenilik yayınlarını kurmuştu, yıllarca yürütmüştü. Vatan gazetesini çıkarmıştı. Yıllarca savaşım vermişti. Siyasal savaşıma da atılmış, hapse girmiş çıkmış, milletvekili olmuştu....

Naim Tirali'nin yazın dünyasına girişi henüz 17-18 yaşında bir lise öğrencisi iken 1943'te yazdığı öykülerle olmuştu diyebilirim. Bu öyküleri sonradan "Park" adlı öykü kitabıyla 1947'de toplu olarak sunar. O, artık babasının yaşındaki Sait Faik'le arkadaştır. Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Orhan Veli, Salâh Birsel, Fethi Naci, Sabih Şendil gibi adlarla bir aradadır...

"Park", herkesin dikkatini çekti. Nihat Sami Banarlı, Yedigün'de "Park Hakkında Düşünceler" başlıklı uzun bir yazı yazdı. Bir bölümcede şöyle diyor: «Park'ın genç sanatkârındaki en büyük meziyet, bir hikâyenin ne demek olduğunu yakından kavramış bulunmasıdır. Duyan ve acıyan insan gönüllerinde mutlaka merak ve alâka uyandıracak bir takım beylik vak'alarla gönül avlamak, Park sanatkârının pek haklı olarak başvurmaya tenezzül etmediği bir hikâyecilik tarzıdır. O, bu çeşit gösterişli hikâyeciliğe tam bir olgunlukla arkasını dönerek; oluşlardaki zevk ve mânayı her insanın kolayca fark edemeyeceği incecik hadiselerdeki derin pisikolojiyi dile getirmek sırrına eren; sayısı pek az sanatkârdan biri olmak değerindedir.»

Yine Yedigün'de Sait Faik Abasıyanık'ın yazısı çıkar. Değişik yayın organlarında S.N. Özerdim, Hüsamettin Bozok, Naci Bozkır (Fethi Naci), Kemal Dayan, Sabih Şendil, Fahir Önger, Nahit Ulvi Akgün, Adnan Bulak, Fikret İplikçioğlu... Park üstüne yazılar yazarlar...

Naim Tirali üzerine;
25 Aralık 1925 yılında Giresun'da doğan Tirali, Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Tasvir gazetesinde 1946'da gazeteciliğe başladı.
1947'de Giresun'da Karadeniz Postası gazetesini, 1951'de Yenilik Dergisini çıkaran Tirali, 1956 yılında Vatan gazetesinde çalışmaya başladı. 1961'de Giresun'dan milletvekili seçilen Tirali, 1962 yılında devraldığı Vatan gazetesini 1975 yılına kadar Ankara ve İstanbul'da çıkarttı.
Tirali, Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası 2. Başkanlığı ile milletvekilliği sırasında Dünya Parlamenterler Birliği Başkanlığı ve CHP Meclis Grubu Onur Kurulu üyeliği yaptı.
Tirali'nin ''Park'', ''Yirmibeş Kuruşa Amerika'', ''Piraziz Nere Berlin Nere'', ''Aşk Dediğin'', ''Çılgınca Şeyler'' adlı öykü kitapları bulunuyor.

Fark ettiniz mi bilmiyorum ama Ahmet Bey ile Caddebostan Kültür Merkezi’ nde tanışmıştım Ahmet Bey, edebiyat anlayışı, arkadaşlarıyla kısacası. Ne yazık ki yine Ahmet Bey aracılığı ile tanıştığım Naim Tirali’ yi de Caddebostan Kültür Merkezi ’nde uğurladık. Nasıl bir yerdir bu Caddebostan Kültür Merkezi …..
27,05,2009

mehmet ortaç' tan destek

Mehmet Ortaç, 10.03.1985 İzmir doğumlu. İlk ve ortaöğretimimi yine İzmir’de tamamladıktan sonra Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde Lisans eğitimine başladı. Okul yaşantısının başlarında babasının firması olan Ortaç Bebek Ayakkabıcılık’ta satış temsilcisi olarak çalıştı. Firmanın kapanması üzerine İzmir’de faaliyet gösteren bir firma olan Dominant İletişim & Tasarım Hizmetleri firmasında Metin Yazarı olarak çalıştı. Üniversite öğrenciliğinin ilk yılından bu yana ( 4 yıldır) Toplum Gönüllüleri Vakfı içerisinde gönüllü olarak çalışmakta ve iletişim faaliyetlerinde gönüllü olarak yer almakta. Temmuz 2008- Aralık 2008 arasında Duco İletişim’de Müşteri Grup Asistanı olarak görev aldı. 2 Şubat 2009- 27 Şubat 2009 arasında eski adı ile GCI İstanbul yeni adı ile Cohn & Wolfe PR'da staj yaptı. Aynı zamanda Türkiye Kızılay Derneği Konak Şubesi Gençlik Kollar Yönetim Kurulu Genel Sekreterliği Görevini yürütmekte.

Ayrıca http://mehmetortac.blogspot.com/ adresi çatısı altında bir blog yazmakta. 24 mayıs tarihinde blogunda sitemiz hakkında yazmış olduğu yazıdan dolayı sitemiz adına teşekkür ederiz.

26 Mayıs 2009 Salı

Şener’ in ilk adımı

Akp ilk iktidara geldiğinde kuvvetli isimlerle gelmişti. RTE, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Cemil Çiçek … Muhafazakar kesimlerce tutulan bu isimlerin ezici bir çoğunluk oluşturmaları sayesinde halen başımızdalar. Halkın bir değişiklik umarak güvendikleri bu parti ilk başta iktidara geldiklerinde tabir yerindeyse ‘’ Obama gibi geldi, Bush gibi oldu ‘’ demokrat görünerek oluşturduğu kesimler sayesinde diktatörlüklerini kurdular.
Halkın Akp’ yi seçme nedenlerinin arasında bir neden yatıyordu. Yeni bir parti. Chp’ nin ve Mhp’ nin başındaki isimler yıllardır o koltuklarda olduklarından halkta bu ‘’ koltuk sevdalıları’’ ndan sıkılmış olacak ki yeni bir arayışa yöneldiler. Lakin bakıldığında ki amaç yeni bir partiydi.
Şimdi dönelim bugünkü olaya Akp ‘ nin kuruluşunda, tüzüğünde büyük paya sahip olan Abdüllatif Şener geçtiğimiz yıllarda burada yapılan haksızlıklara daha fazla göz yumamam diyerek görevini bıraktı. Duruma bir baktığımızda RTE başbakan – gözü Çankaya’ da – Abdullah Gül dışişleri bakanı oldu, birkaç günlüğüne başbakan ve şimdi Çankaya’ da diğer isimlerse keyifleri yerinde. Şener kısmından bakılırsa partideyken bir takım mevkilerde bulundu keyfi yerindeydi kanımca lakin bir süre sonra ayrıldı. 25 Mayıs 2009 tarihinde ise yeni bir parti kurdu. Partinin ismi yerel seçimler öncesi kulislerde dolaşır iken neden şimdi açıklanması dikkat çekti. Farkındaysanız Akp de aynı senaryo ile iktidara gelmişti. Yeni bir parti edasıyla. Şener ‘ in bu partiyi belediye seçimlerine sokmamasının sebebi bu olabilir fakat önümüzdeki seçimlerde bir Şener fırtınası izleyeceğiz gibi gözüküyor veya yine bir Uzan dalgası göreceğiz ama herhalde eski arkadaşlarını da birileri yapmaz bunu…
Abdüllatif Şener düzenlediği basın toplantısında "Türkiye" partisini anlattı. İşte konuşmasından satırbaşları:
- ‘Başbakan Şener’ sloganları arasında basın toplantısına başladı
- Bir mesai gününde örgütlenmemiş, henüz kuruluşunu yapmamış hiçbir siyasi oluşum şu salondaki ve bu salonun dışındaki coşkuyu ortaya çıkaramaz
- Bu parti Türkiye partisidir, bu ülkenin partisidir
- Uzaktan yakından gelerek birlikte tanıtımını yaptığımız bu parti geleceğin partisidir

- Yeni bir siyaset inşa edeceğiz, gençlerin önünü açacağız, genç bir nüfusa sahip, genç bir parti olarak kurulmuştur
- Kadınlarımızın siyasete katılımını arttıracağız. Kadınlarımızı siyasete davet ediyoruz
- Edirne’den Hakkari’ye kadar tüm kadınları siyasi karar süreçlerine ortak olmaya davet ediyorum
- Siyasetin kenarında, köşesinde bırakılan gençlerimizi siyasete davet ediyorum.
- Bunu gerçekleştirecek olan halkımızın kendi iradesidir
- Bugün 25 Mayıs 2009. Dün için 25 Mayıs önemli bir gündür. Bugün daha önemli hale gelmiştir. Çünkü Türkiye Partisi kurulmuştur.
- Bütün insanlarımızı kucaklamak, kimseyi ötekileştirmemek için kurulmuştur
- Tarihe bir kez daha 25 Mayıs’ı nakşediyoruz
- Uzunca bir süredir partileşme sürecini birlikte yaşıyoruz
- Ne zaman dediniz? Bugün mü yarın mı? 25 Mayıs’ı Türkiye Partisi’nin kuruluş günüm olarak seçtik. Çünkü geçmişte 25 Mayıs bizim bundan sonra atacağımız adımların köşe başlarına işaret etmektedir
Neden 25 mayısı seçtiğini de şöyle açıkladı.
- Bir Türk 1995’te dünyanın en yüksek tepesi olan Everest tepesine çıktı.
- 1944’te bu ülkede milli sanayi vardı, Türkiye’de Nuri Demirağ tarafından uçak fabrikası kuruldu. Bu fabrika uçağını üretti, milli sanayimizin yolcu uçağı ile ilk yolculuk İstanbul’dan Ankara’ya 25 Mayıs 1944’te gerçekleştirildi
- Son yüzyılını Osmanlı devleti yarı sömürge olarak geçirdi. TC kurulmuş ama Osmanlı’nın borçlarını devralmıştır. 1955 yılının 25 Mayısında TC Osmanlı’nın borçlarının son taksidini ödemiştir.

- Ekonomimizi bağlılılıklar, bağımlılıklar ve dış dalgalara teslim olmuş bir yapıdan kurtarıp birlikte yapılandıracağız
- Bugün Türkiye yeni bir parti ile kucaklaşıyor
- Türkiye, Türkiye Partisi ile kucaklaşıyor
- Niyetimiz ve kararlılığımız hizmettir, dürüst siyasettir
- Allah hayırlı ve doğru faydalı işler yapmamızı bizden hep iyilikler sadr olmasını nasip etsin inşallah
- Bu parti yeni bir partidir, bu kadro yepyeni bir kadrodur
- Türk siyasetinde çok sayıda siyasi parti var 50’nin üzerinde
- Bunca siyasi partiden sonra neden yeni bir parti, neden yeni bir kadro, neden yeni bir siyaset tarzı?
- Çünkü Türkiye’nin yeni bir siyaset tarzına ihtiyacı var. Milletimizin yeni bir irade ortaya koymasına ihtiyacı var. Biz buna cevap veriyoruz
- Dünyada olup bitenler Türkiye’yi sarsıyor. Türkiye’de varolduğunuz sandığınız sorumlular Türkiye’yi küresel dalgalara teslim ediyor
- Türkiye dışarıdan ve içerden istikrarsızlığa doğru itiliyor
- Türkiye’nin ve halkımızın ihtiyaçlarına bu yapıda cevap yoktur. Onun için yaşadığımız koşulları iyi bilmeden Türkiye Partisi’ne neden ihtiyaç olduğunu kavrayabilmek zordur
- Türk ekonomisi politikasızlığa teslim olmuştur
- İşsizlik Türkiye’yi kasıp kavuruyor, feryatları işiten sorumlular yok ortada. Ekonomi sorumluları Türkiye’nin dertlerine yabancılaşmış vaziyette. İşsizin derdini bilmiyor, duymuyor

- Türkiye’de tarım dışı işsizlik yüzde 30’a çıkmıştır
- Evine bir lokma götürmek için iş arayan mağdur vatandaşların feryadına kulak vermeden bu ülke yönetilemez
- Dünyada en fazla küçülen ekonomilerden biri Türk ekonomisidir
- Tüm sektörler şu kriz ortamında teker teker çökmektedir
- Bu ülkede tüm sektörler tasfiye sürecine girmişken sorumluların gece gündüz mesai yapması lazım
- Bu heyecanı hisseden varsa bu ülkede tek bir kişi varsa gelsin desin ki ‘Ben gördüm, çalışıyorlar, arıyorlar’ desin ama yok
- Kamuoyuna arada bir paketler açıklıyorlar. Açıklanan paketlerde ne ekonomiyi bugün için ayağa kaldıracak ne de gelecek için hiçbir güçlü tedbir yok. Sadece kamuoyunu aldatma var. Sadece stoklara ve ithalata dayanan bir önlem paketi açıklıyorlar. Titanik gemisi batarken üst katta mobilyaların yerini değiştirmek demektir bu.
- Bilmiyorlarsa gelsinler birlikte çalışalım. Bilgi birikimimizi birlikte paylaşalım.
- Ülkede yatırım yok. Yatırım kredisi kullanabilen yok
- Bütçe açıklarındaki patlamayı kapatabilmek için Hükümet, bankadaki tasarrufları çekmeye yönelmiştir. Böylesine bir gidiş kriz sonrası içinde sağlıksız bir gidiştir
- Emekliler unutuldu, perişan oldu ama hatırlayan tek bir sorumlu ortada yoktur
- Bölgemizde sınırlar değişiyor, Ortadaoğui Kafkaslar, Balkanlar yeniden şekilleniyor. Biz terörle mücadele ediyoruz. Yoğun bir diplomasi trafiği yaşıyoruz. Başbakan çiftçi ile görüşüyor mu? Gece gündüz kiminle görüşüyor. Diplomasi trafiğinde dışarıdan gelen temsilcilerle görüşüyor. Bunun anlamı bölgemiz Ortdaoğu yeniden yapılandırılırken Türkiye sorunların hiçbirini kendi stratejisi ile çözme kararlılığını göstermiyor.

- Bu ülkenin bir de iç siyasette görüntüsüne bir bakalım. İçerde siyasi kavgalar var. İçerde kavga çıkaracaksınız, kurumlar arasında sorun çıkaracaksınız ki dış devletlerin yapılanmalarına uygun bir durum ortaya çıksın
- Geleneksel siyaset tarzını bir kenara bırakıyoruz, yepyeni bir siyaset tarzını hep birlikte ortaya çıkaracağız
- Hepsinin yaptığı aynı şeydir. Mevcut partilere bir bakın. Yaptıkları siyaset tarzına bir bakın. Her birinin bu ülkenin insanlarını farklı bir köşeye çekmeye çalıştıklarını görürsünüz
- Bu yapının değişmesi için yeni bir siyaset tarzına ihtiyaç var dedik ve Türkiye Partisi’ni bu amaçla kurduk
- Biz ayrıştıran, kutuplara çeken bir siyasi parti değiliz. Biz demokratik bir merkez partisiyiz, Türkiye partisiyiz
- Siyaset, yargı, üniversiteler, aydınlar, en temel milli meselemizde bile karşılıklı güven sorunu yaşarken bu ülkenin sorunları nasıl çözülecek
- Eski siyaset tarzında kavga ve kutuplaşma vardır
- Eski siyaset tarzı halksız demokrasi derken biz Türkiye Partisi halksız demokrasiye hayır diyerek ortaya çıkıyoruz
- Biz kavgaya, kin ve nefrete taraf değiliz çünkü merkezdeyiz
- Siyaseti gençlerimizle yenileyeceğiz
- Kimseyi ötekileştirmeyeceğiz
- Tüm farklılıklarımızla tek bir vücut olarak biz olacağız
- Ülkemizin gerçeklerini biliyoruz
- Hiçbir gerçeklikten kaçmayacağız
- Kurumlar arsı güveni kuracağız
- Sistemin çözüm üretme yeteneğini arttıracağız.
- Bizim dönemimizde şeffaf siyaset olacak. Kamu kaynaklarının nasıl dağıtıldığını isteyen her yurttaşımız açık seçik görecektir.

- Her vatandaşımız imar tadillerinin ne zaman, kimler için yapıldığını görecektir
- Liyakat ve başarının ödüllendirildiği bir toplumsal ve kurumsal kültür inşa edeceğiz
- Halkın temsilcilerini, vekillerini kendisinin belirlemesine imkan sağlayacağız
- Bu yolda bende varım diyen herkes kadromuzdur. Sağladığınız her katkı programımızdır, heyecanımızdır

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Yorgunum, Bir bira içip gideceğim

Kemal Sunal için ‘’ ağlamayı unutturan adam ’’ derlerdi. Hakikaten de öyle değil miydi?
Öyle bir insandı ki hüzünlenmek bir yana tebessümler bir aksesuar olurdu yurdum insanlarına. Lakin göçüp gitmesiyle bu dünyadan sanki tebessümleri de kahkahaları da yanında götürdü. Gülmez olduk, gülmeyi unuttuk adeta. Onu arar olduk, anlamını arayan imgeler gibi. Hüzünler sardı etrafımızı, uçsuz bucaksız bir sis misali.

Çağımız şair ve yazarları da bu hüzünlerden esinlenmiş olacak ki son çıkan eserlere bakıldığında adeta gülmeyi unutturan cinsten. Ağır melankolik bir havanın esiri olmuş bu eserler, okuyucunun da ruh haline yansıyor. Şayet okuyucunun da bu durumdan şikayetçi olduğu söylenemez.

Geçenlerde elime geçen bir esere değineceğim. Şakir Doğan’ ın ‘’ Yorgunum, Bir Bira İçip Gideceğim’’ adlı eseri. Cinius Yayınları’ ndan çıkmasından dolayı fazla özen göstermeden deyim yerindeyse üstün körü bir şekilde okudum. Öncelikle bir çok yerler de yazıları çıkmış olan yazarın böyle bir yayınevini seçmesine çok şaşırmıştım. Kendi tercihidir diyerek üzerinde durmadım. Öykülerini okudukça hayatta sürekli başımıza gelen fakat bir süre sonra unuttuğumuz acılarımızı, tekrardan hatırlatan unutmamamızı sağlayarak adeta gülmeyi unutturuyor bize. Ayrıca bazı insanların çok zor atlattıkları hadiselerini tekrardan yaşatarak melankolik bir yaşama sürüklüyor okuyucuları. Çoğu okuyucunun tam isteyeceği cinsten. Gençlere de arada mesaj vermeyi unutmayan öykülerinde epeyce kullandığı betimlemeler sayesinde hafif bir Mario Levi esintisi yaşatıyor insana. Betimlemelerin verdiği ayrıntıyla melankolik havanın derinlerine inerek kendine okur kitlesi yaratmaya çalıştığı aşikardır.

Cinius Yayınları’ ndan alabileceğiniz en düzgün kitaplar arasına giren eser, melankolik ruh hali içine girmek isteyen ve okumayı fazla sevmeyenler için ideal gibi gözüküyor. Oldukça rahat okuna bilen ve akıcı anlatımıyla günümüz okur kitlelerinin gözünden kaçmayacağını sanıyorum.
Yeni nesil sömürgecilik

1914 ile 1918 yılları arası dünya tarihinin en hazin olaylarından birine sahne olmuştur. 1. Dünya Savaşı, tüm dünya devletlerinin ilk defa bu kadar kitlesel olarak harekete geçtiği bir savaş olarak geçmektedir.

Savaşın başlangıç tarihi 1914 olmasına rağmen zemin hazırlıkları daha önceden başlamıştır. 1914 olarak alınması ise herkesin bildiği gibi o meşhur suikast olayıdır. Bu olay resmi başlangıcıdır. Ya resmi olmayanı….

Savaşın çıkış nedenlerini incelediğimiz zaman göreceğimiz manzara devler arası ekonomik gelişmeler olduğunu göreceğiz. Sanayi devrimi ile başlayan belirgin ekonomik yarış, ülkelerin sınırları yetmeyerek kendilerine yeni topraklar aramasına sebep oldu. Bu durum ise sömürgeciliği başlattı. Ekonomik güç sayesinde teknolojiyi elinde bulunduran devletler, teknolojileri sayesinde elde ettikleri silah sanayisinin vermiş olduğu güç ile geri kalmış diye tabir edilen 3. Dünya ülkelerine saldırdılar. Çeşitli bahaneler vesilesi ile de bu topraklarda hak sahibi olduklarını iddia ederek sömürge elde ettiler. İşte 1. Dünya Savaşı’ nın görünmeyen en belirgin özelliği budur.

Savaşın bitiminde kurulan çeşitli kurum ve kuruluşlarda verilen sahte sözlere göre sömürgecilik bitecek ve tüm dünyada barış sağlanacaktı. Bir nebze sözler tutuldu.. Sömürgecilik kaldırıldı ama bu seferde aynı misyonu benimseyen mandacılık başladı. Sadece isimleri değişik olan bu hakimiyet şekilleri ülkeler arasındaki ekonomik sorunlara neden oldu.

Mandacılığın yaygınlaşmasıyla ülkeler arası ekonomik savaş gözle görülür hale geldiğinde bu sefer de 2. Dünya Savaşı patlak verdi. 1. Dünya Savaş’ ile aynı sahneler oynanan bu savaşın yine finali de aynı oldu. Verilen sahte sözler. Her savaş sonrasında verilen bu sözlere göre her devlet kendi toprak bütünlüğünü kendisi sahip olacaktı.

Savaşların bilançoları sonucunda ülkeler arasında kısa da olsa bir ara meydan geldi. Gerek insan gücü gerek maddi güç olarak büyük kayıplar veren devletler arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen savaşı başka şekillere sokma yollarını aradılar. Ve buldukları da söylenebilir.

Günümüze bakıldığında bu tür olaylara nadir olarak yaşansa da sömürgeciliğin ya da mandacılığın yeni modellerini görmemek elde değildir. Çeşitli ülkeler yine eski zamanlardaki gibi topla tüfekle sömürgeleştirmeye çalışsa da, çoğu ülkeyi daha değişik yollarla sömürgeleştiriyorlar.

Örneğin; bu işler konusunda uzman olan A.B.D’ yi inceleyim. 1. Dünya Savaşı’nda yeni sahneye çıkan bu devlet kazananlar kulübünde yer alıyor. 2. Dünya Savaşı’ nda ise bu kulübün başına geçiyor ve tahtı bıraktığını da söylemek mümkün değil. Peki bunu nasıl başardı? – Başarmak kelimesi bu cümlede ne kadar doğru bir kullanım değil ise de – A.B.D izlediği politikalarda hem eski olan top ve tüfeğini kullanıyor Irak, Afganistan ve nice devletlere yaptığı gibi bir de yeni nesil olan modayı kullanıyor. Masalarda dönen oyunlara göre hangi devletin genç nüfuzu güçlü ise o devlet güçlüdür anlayışı vardır. Lakin A.B.D bu anlayışı kullanarak kendi lehine çevirdi. Gençleri moda aracılıyla kullandı ve kendisine özenmelerini sağladı. Gerek kurduğu film stüdyoları gerek müzik şirketleri yani gençlerin ilgi alanları…

Bir de tüm dünya devletlerini kullandığı bir husus var. Bu husus ise dil konusu. İngilizceyi evrensel bir olarak gösterdi ve kabul ettirdi. Günümüz zihinlerine reformlaşma adıyla benimsettiği bu anlayış ne yazık ki ülkemiz de zorunlu hale geldi. Artık anasınıflarına giden çocuklarımızın kendi dilleriyle birlikte bir başka yabancı dilde öğretiliyor. Tıpkı Afrika’ daki sömürge ülkeler gibi. İlköğretime gelindiğinde ise zorunlu hale gelen bu anlayış bir müddet sonra gençlerimizin tamamen soylarından kopmasına , Türkçelerinden uzaklaşmasına sebep oldu. Örneğin, Anadolu lisesi kavramını, halkımızın zihinlerini kurcalarsak İngilizce eğitim ağırlıklı eğitim kurumları olarak oluştuğunu göreceğiz. Eğitimi incelediğimizde ise ders sayısı bakımından İngilizce, edebiyat dersleriyle eşit ya da daha fazla olduğunu göreceğiz. Evrensel kentlerde ise durum daha da vahim. Gençlerin dünyaya bakış açılarını ve hayallerini irdelemeyi korkuyorum çünkü maalesef orada A.B.D’ nin başarılı olduğunu göreceğim.

29,04,2009
Uzan dım gören yok mu?

Geçen günler içersinde her zaman yaptığım gibi markete girdim; yeni dergiler bakmak ve gazete almak için. Bir an olsun gözüm girişteki kitaplara takıldı. Öyle bir yer de duruyorlardı ki sebzelerin arasında laf olsun diye konmuştu sanki, büyük ihtimalle de öyleydi. Kitapları incelemeye başladım; kitapların çoğunun hoş ama boş diye tabir edilen türlerdi ama aralarında güzel olanları da yok değildi. Fiyatlarının uygun olmasından dolayı kendimi alamadım birkaç tane aldım. Sanki karpuz seçiyordum dışardan o kadar komik duruyordum ki her halde sebzelerin arasında geçenlerin gözlerinden kaçmasa olması gerek. Etraftakilerin bakışları arasında karpuzlarımı pardon kitaplarımı almıştım. İçimden kitaplara yapılan bu saygısızlığa söylenirken gözüm bir kitaba takıldı. Arada bir yerde uzanmıştı sanki. En arkada kimse görmesin diye sanki gizlenmişti. Elimi aldım ve üzerindeki tozları temizlerken gördüğüm manzara şaşırtıcıydı. Şimdi anlamıştım neden arkada gizlenmiş olduğunu. Eser Mustafa Yılmaz’ ın Kendi Kaleminden Bir İmparatorluğun Çöküşü adlı kitaptı. Üzerinde ise gözümüze sokmak istercesine Kemal Uzan yazıyordu. Çoğu bu konuyla ilgili kitap gibi bunu da boş olanlardan zannettim fakat yanılmış. Başlarda bunu da gündemi karıştırmak için yazılan kitaplardan zannettim fakat yanılmaya devam ediyordum . Gündem de darbe günlükleri modayken Uzan’ ın günlükleri de öyledir zannettim ama en büyük şoku burada gördüm. Değil di hiç biri Kemal Uzan’ ın kendi elleriyle yazdığı günlerdi bu. İnanamadım Kemal Uzan ortada yok iken bu kitap nasıl vardı nasıl yazılmış kafam karışmıştı ama lakin bu eser artık benimdi. Eve gittiğimde bir solukta bitirdiğim kitap ise gerçeği gösteriyordu. Onca dolandırıcılık olayları ortaya çıkmıştı ama Kemal Uzan hiçbir alakası yoktu bunlardan. Onca şeyin temelini atan, kuran Kemal Uzan’ ın hiçbir alakası yoktu çok şaşırdım. Olaylar karşısında nasıl durduğu ise merak konusu. Kendi kurduğu imparatorluk oğulları ve eşi tarafın yok edilmişti sanki onca siyasi olay öncesinde üstelik. Hiçbir siyasi olay olmamıştı veya biz öle sanıyorduk fakat kitaba göre siyasi olaylar öncesi başlamıştı gerileme döneminin ayak izleri duraklamaya giderken. Şimdi ne durumdalar orası merak konusu iken Kemal Uzan’ ın duruşu o içindeki feryat daha da merak konusu doğrusu. Şimdi anlamıştım kitabın niye uzanıyormuşçasına arkada durduğunu. Artık yorulmuştu, artık bıkmıştı. Kaptanlar misaliydi hali, batışı seyrediyordu. Dibe doğru….

08,08
Şıklar arasına sıkışan hayatlar

Yeni yıllar başlıyor. Yeni hayatlar, yeni haftalar, yeni günler….
Zaman akıyor, kum saatinin kumları gibi…
Hayat devam ediyor kısacası. Yeni işler, aşklar, olaylar….
Her zaman olan olaylar, sabah sekiz akşam beş…
Yalnız bir de onlar var. Sabahın kim bilir kaçında kalkan o uykusuz gözler…Sabahın o ayazında sırtında kim bilir kaç kilo ağırlığındaki çantalarıyla yürümeye çalışan o yorgun gözler…
Onlar içinde zaman akıyor ama ne için? Hayatlarındaki sadece o üç saat on beş dakika için. Fakat bir hayat, bir gelecek nasıl olurda bu kısacık dakikalara sığdırılır!

1998 de seyrettiğim sistemi eleştiren bir film Dövüş Klubü(Fight Club)..
Film çok eski olmasına rağmen sistemi o kadar güzel eleştiriyor ki filmi anlamak için aradan uzun zamanlar geçmesi gerekiyor.

Bir de Sınav var. Ülkemizde sinema da ilklerin yaşandığı bir film. Ülkemizde olan sınav sistemini eleştirmesi yaşattığı ilklerden biri. Filmi seyredip de beğenmeyen çok az kişi vardır. Fakat filmin içindeki konuyu anlayan kişilerin sayısını merak ediyorum.
Peki o konuyu anlayanlar neredeler. Sınavın öğrenciye yaşattıklarını seyredip, Yiğit Güralp’ ın yazdığı senaryoyu alkışlayanlar neredeler.

Sanırım filmleri sadece seyretmek için seyrediyoruz.

Ana baba eğitilmiş olsalar, Eğitilmiş çocuk doğurmak mümkün olurdu.

Goethe

Suçu eğitim sisteminde mi aramalı yoksa onlarla mücadele etmeyenlerde mi veya edemeyenlerde mi. Öğrencinin sistemle mücadele etmesini ne kadar bekleyebiliriz ama mücadele edebilen varsa helal olsun. Ne kadar doğru söylemiş ulu önderimiz:

Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı yüce bir sosyal toplum haline yaşatır
Veya bir milleti esaret ve sefalete ter eder.
M. K. Atatürk

AB’ ye girmeye çalıştığımız şu günler de eğitim sistemimizin gülünç vaziyette olması ne utanç verici. Hayatlarında ilk atımlarını atmaya başladığı günlerde gençlerimimizin önüne deneyimler sunacağımıza şıklar sunuyoruz hayatı öğrensinler diye. Ne kadar yanlış, ne kadar da utanç verici.

Hayat bir soru kitapçığından çok daha fazlasıdır.

Bence her soru kitapçığının başına yazılması gereken bir cümle. Zaman yakınken gençlerimizin hayatlarını mahvetmekten vazgeçelim. Hatanın neresinden dönersek kardır.

Ocak,2009
Sahaf

Hayat devam ediyor. Akrep ile yelkovan birbirini kovalarken sıkışıyor hayatlarımız bu kovalamanın arasına sebepsizce. İki kapılı bir han misali bir yerden giriş, bir yerden çıkış…
Lakin dönüp arkamıza baktığımızda kalan nelerdir acaba? Evlatlar, evlatların evlatları böyle gider soy ağacı fakat ağacın sonu? Diyeceğim o ki bu fani dünyada kalmıyor insan oğlu. Yaptığı eserler deseniz bir depreme bakar. Ertesi gün yerle bir. Fakat öyle bir şey var ki şu dünyada hadislere konu olmuş, deyim yerindeyse dünyanın çivileri. Ne mi onlar? Tabi ki de ağaçlar…

Doğanın, belki de bize lütfü sayılacak armağanı. Yaşama kaynağımız, her gün nefes alıp vererek şu fani dünyada bir dakika bile daha fazla yaşamamızı sağlayan ağaçlar.. Bedenlerimizin besin kaynağı.

Bedenlerimizin besin kaynağı olmakla kalmıyor yarattıklarıyla da ruhumuzun besin kaynağı oluyorlar. Kitapların o büyülü dünyasına ulaşmamızı sağlayan ağaçlar. Bu sayede hem ruhumuzun hem de bedenimizin besin kaynağına kavuşuyor. Belki de o kitaplarda anlatılanlar ağaçların iç dünyalarıdır, belki de ağaçların gördükleri geçirdikleri, izlenimleridir kim bilir.
Kitaplarla ilgilenmek öyle kolay değildir. Hem çok zararlı hem de çok yararlı olabiliyorlar sadece kullanmasını bilmeli.

Geçen gün, adeta kitapların kullanma kılavuzu çıkarabilecek insanlardaydım. Sahaflarla….
O bilge insanlarla ya da hazineyi korumaya çalışan muhafız edasıyla bekleyen insanlarla. Bilge insanlar dememin sebeplerinden birisi ise hemen hemen hepsinin yaşlarının epeyce ileri olmasından. Ama bir o kadar da çocuksular, bir o kadar maceracı, bir o kadar hayalperest….
Hazineleri sayesinde tabi ki de.

Gençlerin özellikle şu son günlerde, Issız Adam filminden beri sahaflara olan ilgisinin artmasıyla gençleşmeye başlamış ortamlar. Lakin nereye kadar elbette gençlerin bu heveslerinde geçecek. Keşke geçmese. Bir kerecik olsun geçmese. Artık göreceğiz ne olup, ne olup olmayacağını. Değinmeden edemeyeceğim uğrayan herkese sıcak bir gülümsemelerini esirgemeyen bu insanlara bir uğrayın kitap okuma oranımız yerlerde de sürünse bile insanlık değerlerimizde sürünmüyor ya….

15,04,2009
Eğitim sistemi

Ramazan ayı hatırıma geldi. Ne alaka diyorsunuzdur içinizden. Açıklayayım. Aslen hatırıma gelen Ramazan ayına mahsus olan davulcular. Davulcularda Şeyh Şirazlı Sadi’nin şu sözünden çağrışım yaptı: ‘’Cahil insan davul gibidir. Sesi çok çıkar ama içi boştur.’’ İşin betimlemesi bir yana ne kadar da doğru değil mi bu söz.

Cahil insanlarımız o kadar da çoğaldı ki. Özellikle şu yüz senedir. Osmanlı’nın son zamanlarından başlayan kötü eğitim sistemi günümüzde de etkilerini gösteriyor. Osmanlı’nın son zamanlarından başlıyor dememin sebebi şudur: 1890 yılında henüz on yaşında olan bir çocuğu anlatacağım.

Yer Selanik. Küçük Mustafa sekiz yaşında okuldan ayrılmak zorunda kalmıştı. On yaşında içindeki okuma ateşi dinmeyince ailesi onu tekrar okula yazdırdı ve burada yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki öğretmeninden dayak yedi. Ailesi onu yeniden okuldan aldı. Sinirden ve korkudan üç gün evinden çıkamadı

Sorarım size bu hangi eğitim sistemine girer, hangi pedagoji kitabına girer?

Tarihlerimiz 1930 yıllarını gösteriyor. Gencecik Türkiye Cumhuriyeti artık devrimlerini yavaş yavaş sonlandırmaya başlamış. Ve ilginçtir o zamanlarda görülen eğitim sistemi şimdikinden daha iyi. Okuma oranları hızla artıyor. Türkiye Cumhuriyeti artık eğitim düzeyi ile de istatistikleri yanıltıyor. Ta ki 1950 – 60 lara kadar. Artık atamız yoktu başımızda. Bazı kişilerin tekelindeydi yönetim ve halkta sesini çıkaramıyordu. Malum çıkaranların sonucu ortadaydı. İşte şimdiki bu iğrenç eğitim sistemimizin temeli bu zamanlarda atılmaya başladı. Sistem öyle bir hal aldı ki atamız ile bilgiler bile ezbere ve cehalete dayandı.

Niçin cehalete diyorum. Çünkü: Misal, herkes Atatürk’ ün 1881 de doğduğunu biliyor veya öğle öğretiliyor. Halbuki yanlış Atatürk 1881 de değil 1880 de doğmuştur. Atatürk’ ün annesi Zübeyde Hanım’ ın Şapolya’ ya söylediğine göre Atatürk, erbainde, yani kışın ilk kırk gününde( 23 Aralık – 31 Ocak) doğmuştur. Hatta klasik tarih kitaplarımızda gördüğümüz Ali Rıza Efendi fotoğrafın da yalanmış. Bunu da Atatürk, Falih Rıfkı Atay’ ın eserinde alaycı bir dille : ‘’Bu bizim peder değildir.’’ dediği yazılıdır. Görüyorsunuz daha ulu önderimiz ile bilgileri bile doğru düzgün öğretemeyen eğitim sistemimiz var. Eğitim sistemimizin temelinde sorun olduğuna göre üst katlara çıkmaya gerek duymuyorum. Yalnız Bernard Shaw’ın şu sözüne de değinmeden geçemeyeceğim: ‘’ Hareket halindeki cehaletten daha korkunç bir güç yoktur.’’ Avrupa’ nın en kalabalık ülkelerinden bir olmamız ne kötü değil mi?
Şu son zamanlardaki olaylar yüzünden ilk ve orta okul tarih kitaplarımı tozlu raflardan indirmenin vakti geldiğini anladım. Sandalyenin üzerine çıktım biraz arka taraflarda bulunan kitaplarımı buldum. Hemen sayfalarını karıştırmaya başladım. Ta ki aradığım şeyi buluna kadar.

Lidyalılar
Güzel Egemin şimdiki İzmir’ in Ödemiş ilçesine yerleştikleri yazıyordu. Basit bir kavimmiş gibi gözüken Lidyalılar daha sonra Lidya Devleti’ ni kuruyorlar. Ama benim asıl aradığım bilgiler bunlar değildi. Lidyalıların günümüze taşıdıkları miras yani ‘’ Para ‘’

Lidyalılar ve Para
Lidya’ nın insanlık tarihine en büyük katkısı parayı icat etmiş olmalarıdır. Başkent Sardes’ in içinden geçen Pak tos Irmağı’ nın alüvyonlarında doğal olarak bulunan altın – gümüş karışımı’’ elektra’’ madeninden basılan ilk sikkelerin üzerinde Lidya Krallığının arması olan aslan başı bulunuyordu. İlk Lidya sikkeleri muhtemelen Alyattes döneminde basılmıştır. Sikke basımının daha iyi bir duruma gelmesi ve elektron yerine altın ve gümüşten ayrı olarak sikke basımı Kral Kreises zamanında ortaya çıkmıştır.

Bu bilgileri tekrar okurken çeşitli soru öbekleri aklımdan geçmeye başladı. Acaba Lidyalılar parayı icat ederken durumun şimdiki gibi olabileceğini düşünmüşler mi? Acaba aynı zamanda krizlerinde temelini atmış olmuyorlar mı? Acaba, acaba diye sorular devam etti.

Öyle bir durum aldık ki tabir yerindeyse’’ Dinimiz, imanımız para’’ oldu. Bunu Lidyalıları mı borçluyuz yoksa parayı doğru kullanamamaktan mı?

Gazete de okuduğum bir haber karşısında adete yıkıldım. Bir öğretmen, öğrencisinin 2 TL olna temizlik parasını ödeyemeyince koluna temizlik parasının kısaltılmışı olan ‘’ Tem Par’’ yazıyor. Bu öğrencinin babasının basına söylediklerine göre’’ Bu mu insanlık? Öğretmenler hiç yoktan anlamıyorlar mı? Cebimde 2 TL olsa vermez miyim? ‘’ dedi. Ne durumdayız farkında mısınız? Babalarımız daha 2 TL olan temizlik parasını ödeyemezken çolununu çocuğunu nasıl doyursun ?

Krizin temelini Lidyalıların attığını sanarken, yanıldığımı fark ettim. NTV Tarih dergisinin son sayısında krizin temelini Lidyalıların değil Türklerin attığını iddia ediyor.

Kanuni’ nin Hollanda kralına yolladığı lale soğanlarıyla başlayan süreç büyük bir ekonomik değer yaratmış; bugünkü krizde büyük vebali olan vadeli kağıtlar ilk defa o devirde kullanılmış; henüz toprağın altındaki lale soğanları üzerine sözleşmeler düzenlenmişti. Lale çılgınlığı, finansal krizler tarihine özgü bir vaka olarak her zaman hatırlanmayı hak eder. Kitaplar tulip( lale) kelimesinin fiziksel benzerlik nedeniyle, Türkçe ’’ türban’’ dan türediğine kayıt düşüyor. Zaten felaketin tohumları 1562’ de Kanuni Sultan Süleyman’ dan Hollanda kralına armağan olarak bir sandık lale soğanını Antwerp limanına indirilmesiyle atılır.

Başbakanın ‘’ Hamdolsun! Kriz bizi teğet geçti.’’ Sözüne kimileri hak verdi. Kimileri ’’ Başbakan, geometri derslerinde uyuyormuş.’’ diyerek alay ettiler. Türkiye’ nin kendi içinde önceki yıllara göre ilerleme kat etmiş olabilir fakat dışarıya göre durumu nasıl işte orası muamma. Posta Gazetesi’ nin 23 Şubat 2001 tarihli sayısında çıkan Türkiye durumunu sizlere bırakıyorum ve tabiî ki de yorumu da.

2. Dünya Savaşı’ n dan bugüne Türkiye’ nin dalgalı ekonomisi

13 Ocak 1942
‘’Ekmek Karnesi’’ uygulaması başladı. 7 yaşa kadar çocuklar günde 187,5 gramlık çeyrek ekmek, büyükler ise 375 gramlık yarım ekmek dağıtıldı.

7 Eylül 1946
İlk devalüasyon Dolar 1,83 den 2,83 TL ye yükseldi.

1958
Ağustostaki devalüasyonla Dolar 2,83 den 9 TL ye çıktı. Enflasyonun artışıyla ücretlerle düştü.

1959
Bütçe açığı 266,7 milyon dolara yükseldi. Türkiye hayat pahalığında Brezilya’ dan sonra dünya ikincisiydi.

1 Ocak 1961
IMF ile ilk stand by anlaşması

10 Ağustos 1970
Dolar 9 dan 15 TL ye yükseldi. IMF ile stand by yapıldı.

1973
Petrol krizi, Amborga ve fiyat artışı 1974 de daha da şiddetlendi.

1977
İktisadi durum daha da kötüleşti. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel ‘’ 70 sente muhtacız’’ dedi. Tüp kuyrukları uzadı.

1978
Yağ sıkıntısı had safhaya ulaştı Margarin ve başta Samsun olmak üzere filtreli sigaralara karaborsaya düştü.

1979
Mazot sıkıntısı baş gösterdi. Anadolu da pazara gönderilmeyen ürünler çürüdü. Benzin karne karşılığında dağıtılmaya başladı.

1980
Zamlara karşı tepki olarak İstanbul’ da halk bilet almadan vapura bindi.

1982
Banker Kastelli olarak tanınan Cevher Özden, topladığı paraların faizini ödeyemeyince kasalarına el konuldu. Kendisi yurt dışına kaçtı.

1994
Memurlar zam oranlarını protesto için bir günlük iş bırakma eylemi yaptı. Aynı yıl üç banka tasfiye edildi.


21 Şubat 2001
‘’ Kara Çarşamba’’ olarak adlandırıldı. ‘’Dalgalı Kur’’ politikasına geçildi. Ahmet Çakmak adlı esnaf Ecevit’ e yazar kasa fırlattı. Yılın son çeyreğinde, işsizlik oranı 10,6 ya ulaştı.
İşsizlik sayısı 2,3 milyonu buldu.

09,03,2009
Ne nefesmiş ama!

Bizim teyzeyi bilir misiniz? Hani üfürükçü olanı. Lügatları karıştıralım bakalım kimmiş, kimin nesiymiş bu teyze. Üfürükçü teyze uydurma tespit yapanların hasta tedavisinde kullandıkları yöntem. Suya üfürerek tedavi etme yöntemiymiş.

Velhasıl olayımıza dönelim. Siz bir zamanlar padişahın üfürükçü başı olduğunu biliyor muydunuz? Sayyadizade Efendi diye bir şahıs varmış. İstanbul’ a Halep’ ten geldiği varsayılır ve Rufai Tarikatının şeyhlerindeydi. 2. Abdülhamit’ in gördüğü bir rüya üzerine saraya çağrılarak sultanın üfürükçü başı ve muskasıcı olarak görev yapmaya başladı. Kısa zamanda sarayda büyük bir nüfuz elde eden Şeyh Ebülhüda Efendi verdiği asılsız jurnallerine, torpillerine, usulsüzlüklerine, kurnazlığına rağmen Abdülhamit’ in vazgeçemediği adamlarından biri oldu. Bunun en önemli nedenlerinden biri, onun rüya tabirlerindeki hünerinin dışında, Arap dünyasındaki etkili ismidir. Abdülhamit onun aracılığıyla Türkmenistan, Hindistan gibi yerlere dervişler göndererek halifeliğe olan bağlılıklarını sağlamaya, güçlendirmeye çalışmış. İngilizlerle bir takım gizli görüşmeler yaptırarak, onu bir istihbarat elemanı olarak da kullanmıştır. Elbülhüda, kazaskerliğe kadar yükseldi, ancak onun en büyük arzusu Şeyhülislamlık makamı oldu. Bu emeline ulaşmak için çeşitli entrikalar çevirmesine rağmen yine de başarılı olamadı.

1908 de 2. Meşrutiyet’ in ilanından sonra zor günler geçirdi. Halkın ve Jön Türklerin tehdidi ile konağından kovuldu. Yurt dışına kaçmaya çalışsa da bu bir türlü gerçekleşmedi. Mayıs 1909 da Büyükada’ da öldü. Tarihe en önemli üfürükçülerden olarak yer aldı.

Ebülhüda Efendi, dönemin mizah dergilerine sıkça konu olmuştur. 14 temmuz 1908’ de meşrutiyet yeniden ilan edilince, istibdat döneminde uygulanan ağır sansür kaldırılmış ve bu hürriyet ortamında ardı ardına gazete ve dergilerde çıkmaya başladı.Bunların ilk örneklerinden biri de 22 ağustos 1908 de Sermet Muhtar, Sait Hikmet ve Osman Kemal’ in çıkardığı El Üfürük dergisi oldu. Risaleye El Üfürük adı 2. Abdülhamit’ in üfürükçü başından esinlenerek bu isim verilmişti. El Üfürük adlı dergi ‘’ Yüz yılda bir çıkar’’ alt yazısıyla yayımlanır ve büyük ilgiyle karşılanır. Hatta korsan baskıları yapılır. – Bu arada korsan baskıların bu coğrafya da ki temelini de bulduk.- Tam yüz yıl sonra, 2008 temmuzunda Kenan Sarıalioğlu, Hakan Sümer, Bülent Sümer ve Veysel Usta Trabzon’ da El Üfürük’ ün ikinci sayısını çıkardı. Ne nefesmiş be! El Üfürük’ ün özgün baskısı ile günümüz koşullarına ilişkin yorumlar bir arada eğlenceli bir yapıt olmuş. Risalede karikatürler önemli yer almaz, yazılı mizah ağır basar. Bu sayıyı kaçırmayın çünkü gelecek sayı 2108 ‘de çıkacak. Ne olur ne olmaz nefes bu. Ayriyeten on iki yıllık aboneliğe zaman makinesi hediye ediyorlarmış. Nefesi bol ola….

Asırda bir defa eşref saatte yayımlanan
şeytan ve cinlerin avalini dile getiren gazete

Garib ü enteresan bir Türkçedir
El Üfürük

01,04,2009
Muhafazakar medya

Kitap okuma oranı yerle de olan ülkemizde, en azından gazete okunması bir nebze rahatlatıyor insanı. Lakin öyle bir hal aldı ki hangi gazeteyi okuyor isek gazetenin yüklenmiş olduğu vizyon ve misyonu okuyucuyu da yüklüyoruz. Yani okuyucunun okuduğu gazeteden siyasi görüşünü çıkarmaya çalışıyoruz. Acaba ne derece doğru? Eskiden de bu böylemiymiş acaba? Matbaayı gavur icadı diyerek kabul etmeyerek doğru mu ettik sizce? Anladığım o ki bazılarımız, bazı durumları bağnazlık boyutuna getirmiş. Matbaa olayında ve hayliyle teknolojiyi gavur icadı diyerek kesin yargılara vardığımızda sonucumuzu gördük. Diyeceğim okuyucunun, okuduğu gazeteden siyasi görüşünü de çıkarmaya çalışmak bağnazlık boyutuna getirmez mi?

Sultan 2. Beyazıt'ın 1492 yılında topraklarına kabul ettiği engizisyondan kaçan Yahudiler, matbaacılık tekniğini beraberlerinde getirmişlerdi. Osmanlı'ya gelişlerinden hemen bir yıl sonra, David ve Samuel ibn Nahmias kardeşler 1493 yılında İstanbul'da ilk basımevini (matbaayı) kurdular. Kendilerine Tevrat ve dini kitaplar basma izni verilmişti. Bu tarihten sonra çeşitli kereler matbaa açma girişiminde bulunan Osmanlı'nın İslam tebaasından kişilere hep karşı çıkılmış, Kuran'ın daha önce olduğu gibi mutlaka elle yazılması gereğini belirten bu kişiler zamanın önemli kişileri olan hattatlar tarafından kışkırtılmış ve himaye görmüşlerdir. Osmanlı topraklarında çalışan ilk matbaadan 234 yıl sonra Osmanlı'nın İslam tebaasından olan İbrahim Müteferrika, Lale Devri olarak bilinen dönemde, 1727 yılında matbaasını kurmuştur. Anlaşılan o ki gavur icadı yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamış. 1860'tan sonra matbaacılıkta hızlı bir gelişme görüldü, Encümen-i Dâniş (Bilim Akademisi), Cemiyet-i İslamiye-i Osmaniye, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye gibi yayın çalışması da olan kurumların, yeni okulların açılmasıyla ders kitabı gereksiniminin artmasının ve Tercüman-ı Ahval, Tasvir-i Efkâr, Mecmua-i Fünun gibi kendi özel basımevlerini kuran gazete ve dergilerin bu gelişmede belirgin etkisi oldu.

Ve medya başladı diyebiliriz. Belli bir tekelcilik olsa da. Zaten günümüzde de öyle değil mi? Durup geriye baktığımızda belirli bir tekelcilik anlayışı hakim olmuş medyada. Fakat şu son zamanlara baktığımızda belirli bir zamana kadar tekelcilik varmış ama artık bu anlayışın bir adım geride olduğunu görüyoruz veya tekelcilik devam ediyor da biz göremiyoruz. Misal medya patronlarımızı sahnelerde görürken tirajlara baktığımızda başka kuruluşları görüyoruz. Özellikle 28 Şubat sürecinden sonra gördüğüm bu tablo beni şaşırtıyor doğrusu. Lakin bir o kadar da sevindiriyor çünkü medyamız tekelcilik zihniyetinden kurtulmaya başladı.

Yükselişlerden birisini de muhafazakar medya kuruluşları yaptı. Çoğu zaman geri adımda görülenler, artık kendilerini göstermeye başladı. Bazı işlerde başarılı olduğunu da değinmeden geçemeyeceğim. Gerek dünya çapında aldıkları ödüller, gerekse ülke içinde verdikleri eğitimler yadsınamaz boyutta. Kimsenin uygulamadığı politikaları kullanarak sanki biz buradayız diyorlar. Zaman’ ın abonelik usulü ile satılması – büyük çoğunluğunun – sürekli tirajlarda en önde olmasını sağlıyor. Aldığı tasarım ödülünü de bir kenara koymayarak, gençleri yetiştirmeye başladı. Hatırlarsınız 5N1K+T günlerini. Hatta Zaman ve muhafazakar kesim dışında Taraf’ ın da bu konuyla ilgili haber çıkarması Taraf’ ın da tirajlarının artmasını sağlamıştı. Diyeceğim o ki gözükmese de medyamız muhafazakar kesimin çabalarıyla canlanma gördü. Siyasi amaç olabilir de olmaya bilir de . Bir zamanlar matbaayı engelleyenler damgasını yiyenler medyayı canlandırmaya çalışıyor. Gerek BSF’ nin Gazetecilik Okulu, gerek Genç Dergi’ nin Genç Akademisi, gerekse Zaman’ ın 5N1K+T günleri. Siyasi oyunlar ne derece etkili o bizi ilgilendirmez gazetecilik olarak bakıldığında çalışan kesim ve oturduğu yerde sayanlar olduğu gözüküyor. Matbaayı gavur icadı diyenler bu kesim olsaydı sizce neden bu kadar çalışsınlar? Gavur icadı diyerek o zihniyeti devam ettirenler devam ediyor. Diyeceğim elma ile armudu karıştırmayalım.

24,04,2009
Latin harflerinin Türklerin ‘’aşk’’ larıyla tanışması

Tarihlerimiz aylardan nisanı günlerden dördünü gösteriyordu. Hava çok güzeldi. Bahar geliyordu. Kuşlar ötüşüyordu, doğa uyanıyordu. Anlayacağınız tam dışarı çıkıp gezmelik hava ama maalesef evimde oturuyorum. Niçin mi? Hastayım çünkü. Sabahtan beri akan burnumdan bıkmış bir vaziyette evimde oturuyorum. Ama bir yandan da boş durmamaya çalışıyorum. Bir elimde sıcak bir fincan – daha doğrusu kupa, hani şu kocaman olanlardan- diğerinde ise dergim var. Sayfalarını karıştırıyorum. Gözümün sulanmadığı zamanlarda adeta yazıların içine giriyorum ama genelliklere yazılara üstün körü bakıp geçiyorum.

Derken bir yazı dikkatimi çekiyor. Başlığı aynen aktarıyorum: ‘’ Yeni Türk alfabesinden önce Latin harfleriyle yazılan Türkçe aşk mektubu.’’ Başlığın cezp ediciliğine kapılarak okumaya başlıyorum. O kadar enteresan ki. Herkes Latin harflerine geçiş tarihimiz olan 1 kasım 1928 tarihini bilir. Lakin bu mektuplar harf devriminde tam 124 yıl önce yazılmıştı. Hakikaten enteresan. Latin harflerinin bize ne derece yarar sağladığına girmeyeceğim. Zaten herkes bilir. Herkesin söylediği şeyi söylerek papağanlık yapmayalım.

Mektuplara dönecek olur isek Türkiye’ de, örnekleri nadir de olsa, Latin harfleriyle Türkçe pusula ya da mektuplar yazılmıştır. Bu konuda bilinen en eski örnek, Sultan üçüncü Selim Han’ın kız kardeşi Hatice Sultan’ın yazılarıdır. 1804 yılında bir sahilsaray yaptıran Hatice Sultan’ ın Fransız mimar Holling’ den meramını ifade edecek kadar Latin harfleri; Holling de Türkçe öğrenmişti. Bu yolla, Hatice Sultan, Holling’ e Latin harfleriyle Türkçe pusulalar yazıp isteklerini bildiriyor. Holling’ ten de Latin harfleriyle Türkçe yazılmış cevaplar geliyordu. Böylelikle yeni alfabenin kabul edilmesinden 124 yıl önce ilk defa Türkçe de Latin harfleri kullanılmış oldu. Daha sonraki yıllarda Avrupa’ ya giden aydınların da hükümete yaptıkları müracaatlarını telgrafla ve mecburen Latin harfleriyle Türkçe olarak ulaştırdıklarını görüyoruz. Yine İstanbul’ daki dış temsilciliklerin, ender de olsa resmi makamlara Latin harfleriyle Türkçe olarak telgraf çektikleri görülmüştür. Alfabenin ıslahı, ikinci Meşrutiyet’ te de ele alınmıştır. Arap harfleriyle Türkçeyi daha kolay ve basit şekilde okuyup yazmak için ‘’ hurûf- ı muhataa’’ , yani harflerin birbirine bitişik değil ayrı olarak yazılmasını ve ünlülerin tam ve doğru olarak ifadesine yarayacak harflerin ilavesine esas tutan yeni bir alfabenin uygulanmasına çalışılmıştı, ancak birinci Dünya Savaşı bu çabayı yarım bırakmıştı.

04,04,2009
Converse Çılgınlığı

Bir çok genç – bunlara bende dahil – ayakkabı olarak converse tercih ediyor. Gerek popülarite gerek rahatlığından dolayı en fazla tercih edilen ayakkabı converse dir. Giydiğim kıyafetlerin bile nerede yapıldığı gibi çoğu kişinin gereksiz görüp aman ne işim olacak dediği şeyleri incelemekten hoşlandığımdan dolayı bu sefer de converse i araştırmak istedim.

1908 yılında Marques M. Converse tarafından Amerikan spor markası olarak kurulan Converse yüzüncü yılını kutlamaktadır. Bir basketbolcu olan Chuck Taylor ayaklarını ağrıttı diye firmaya dava açınca (1921) karşılığında şirket ona iş verdi. Bir çeşit büyükelçilik dediği işi ayakkabıların Amerika da ki tanıtımını yapmaktır. Bugün All-Star markasındaki imzasını ise görevini yaptığı yıllarda attı(1923). Ve aynı sene bir basketbol takımını giydirmeye başlar. 2. Dünya Savaşı sırasında ülkesinin propagandasını yapan, bir simgeye dönüşen Converse öncesinden de orduyu desteklemiştir (1942). O dönemde tüm Amerikan hava birlikleri Converse giymiştir. Sonrasında çıkardığı modellerle birçok spor dalında aktif olarak çalışan, başarılara imza atan Converse günümüzde birçok NBA oyuncu tarafından giyilmektedir. Bu basketbolcular Dwyane Wade, Jason Williams, Chris Quinn, Udonis Haslem, Maurice Evans, Orien Greene, Andre Miller, Kyle Korver, Jameer Nelson, Mike Sweetney, Kirk Hinrich, Steve Nash, Amare Stoudamire, Sam Cassell, Onur Metin, Sercan Kıyak, Cem Turan ve Vladimir Radmanovic’dir ve belki siz bu yazıyı okurken de yeni sporcularla sözleşme yapmaktadır.
1917 : Dünyanın ilk basketbol kesi Converse All Star doğuyor Bu ayakkabı basketbol oyununa ses getirdi

1923 : Chuck Taylor converse keslerin basketbol performans ayakkabısı olarak geliştirilmesini sağlayan bir basketbol oyuncusu,elçisidir Chuck Taylor sayesinde converse canvas ayakkabı bir basketbol idolü haline gelir Bunun üzerine converse Chuck Taylor'un imzasını Converse yuvarlak logoya ekleyerek onu onurlandırır

1923 : Converse ayakkabıları tüm oyuncuları Afrikan-Amerikan (zenci) oyunculardan oluşan ilk takım olan "New York Renaissance" basketbol takımını giydirmeye başlar Takım yapılan atışlardan 2588 basket ve 539 kayıp ile bir rekor kırarak tüm zamanların en başarılı takımlarından biri olmuş ve Converse'in başarısına yeni biri eklenmiştir

1935 : Dünyanın en ünlü badminton şampiyonu Jack Purcell converse için yepyeni ve dayanıklı bir kort ayakkabısı dizayn etmiştir Belirgin özelliği gülücük şeklindeki burnu ile Converse Jackl Purcell kortlarda ve Hollywood'da kısa zamanda vazgeçilmez olmuş

1939 : İlk kolejler arası basketbol turnuvası Yapılan bu turnuva ile NCAA geleneği başladı Turnuvada her iki takım oyuncuları da Converse giyer Oregon Deaks'ın ilk NNCA şampiyonluğu ile Converse bir kez daha tarihe geçti

1942 : O zamana kadar bir spor markası olan Converse bir değişiklik yaparak Amerikan ordusunu desteklemek amacıyla askeriye için A6 uçuş botlarını yapmaya başladı Savaş döneminde tüm Amerikan hava birlikleri Converse bot giydi

1957 : 7 yaşındayken annesini bir çift Chuck Taylor almaya ikna eden Julius Erving,ilk Chuck Taylor ayakkabısını $3,95 alır Dr J diye tanınan ve giydiği Converse'ler ile günümüz modern basketbolunda etkileyen yeni bir oyun sistemi geliştiren oyuncu basketbol tarihini yeniden yazmıştır

1962 : 100 sayı rekoru Chuck Taylor All Star giyen biri NBA'de bir oyunda en çok sayı atma rekorunu kırdı Bu rekor hala kırılamamıştır

1966 : Converse All Starın Oxford diye anılan bileksiz modelini üretti Çok kısa süre içinde bu ayakkabılar profesyonel oyuncuların seçimi olmaya başladı Ardından bu yeni model rahatına düşkün insanların hayat tarzını yansıtan bir ayakkabı olarak batıdan doğuya doğru halk arasında yayıldı Ardından takımların üniformalarıyla kombin olabilmesi amacıyla 7 yeni renkte Chuck Taylor üretildi

1974 : Converse basketbol için "One Star" isimli kısa kesimli performans ayakkabısını sahneye çıkardı Sonradan bu model alternatif görünüşü ile sörfçüler ve kaykaycılar tarafından da kullanılmaya başlandı

1976 : Julius Erving ,Converse'in Proleather modeline damgasını koyarak bu modeli onaylamıştır

1986 : Converse "Kendi silahını sen seç!" reklam kampanyası ile kısa süre içinde Converse Weapon Basketball performans modelinin satışı yükselir

1996 : 1970'den beri ilk kez 1996'da Chuck Taylor All Star yuvarlak logo deri basketbol performans ayakkabısında kullanılmaya başlandı Orjinal All Star'dan esinlenerek geliştirilen bu deri modelin satışları kısa sürede 1 000 000 çifti aştı

2002 : Converse yeni jenerasyon basketbol efsaneleri ile anlaşarak 2002'de 750milyon satışa ulaşan bir marka oldu

2003 : 83 yaşındaki basketbol efsanesi John Isaacs'ın işbirliğiyle Converse eski performans ayakkabılarını yeniden dizayn ederek Re-Issue kategorisini oluşturdu

Gelecekte Converse performans ayakkabısı Converse Icon'u üretirken geçmişten gelen tecrübesini ve bilgi mirasını kullandı Atletik performansın daha iyi olması için bütünleşmiş bu sistem ile ayağın altını çevresini yanları içine alan 3 elementin kombinasyonu Converse Icon'u eşsiz yapar

Converse, spor malzemesi olması yanında bir simge olarak da kullanılmaya başlandı. Ülkemizde Genç Siviller çatısı altında kullanılan bu simgeyi onların ağzından dinleyelim:

Biz kendimizi “bu ülkenin hastanelerinde doğmuş, okullarında okumuş olan, kimseden ne çok ne de az herkes kadar bu ülkenin sahibi olan, herkes gibi Cem Yılmaz esprilerine gülen, Babam ve Oğlum filminde ağlayan, kimsenin üniformasını giymeyen, şiddetle uzaktan yakından bir alakası olmayan, uzun ve sağlıklı bir ömür sürmek isteyen, Türkiye Cumhuriyeti'nin sıradan vatandaşları” olarak tanımlıyoruz. Spor ayakkabı kimsenin üniformasını giymeyen, yani kabaca kimsenin adamı olmayan, güçlü bağlarla bir kimliğe ya da ideolojiye bağlı olmadan zihni, bedeni esnek ve özgür olabilen olarak tanımladığımız sivilliği temsil ediyor. Üniformasızlık bize vicdanımızın peşinden gitme özgürlüğü veriyor aslında. Herkesin sadece kendi sorunları hakkında duyarlı ve herkesin sadece kendine demokrat olduğu Türkiye’de ancak vicdanlarımızı özgürleştirebilirsek hakkaniyetli bir siyaset yapabiliriz diye pek çok farklı siyasi gelenek içinde edindiğimiz ortak bir duygumuz var. Ancak bu anlamda sivil olabilirsek bize benzemeyen, ötekilerimiz içinde gerektiğinde sesimizi çıkarma erdemini gösterebiliriz. Bu yırtık spor ayakkabısının anlam bagajında bunlar var. Ayrıca Genç Siviller Hareketi'nin öncülerinden Turgay Uğur converse ayakkabılarıyla siyasetin köşküne yani Çankaya Köşkü’ ne bile girdi.

11.05.2009
Atatürk ile bilinmeyenler

Can Dündar’ın ‘’Mustafa’’ filmiyle başlayan tartışmalar hala devam ediyor. Özellikle filmde bahsedilmeyen bazı noktalar ortaya çıkınca tartışmalar iyicene alevlendi.

Ntv Tarih Dergi’ sinin ilk sayısında bu konuyla Atatürk ile bilinmeyen bir çok noktayı içeriyor.Dergide Atatürk’ ün doğum tarihinin 1881 değil 1880 olduğu iddia ediliyor.

Yazıda o kadar trajedi komik bir noktaya değinmiş ki. Aynen şöyle ’’ Başvurabileceğimiz en iyi biyografilerinin İngilizce yazıldığını unutmayalım. Ama bu başarısızlığımızın bir nedeni de Atatürk’ ün hayatının bazı resmi çevrelerin tekelinde kalmış ve bir hayli tabulaşmış olması.’’ (Ntv Tarih sf. 10) Ne kadar komik değil mi? Atamızı, ulu önderimizi başkaları bizden daha iyi biliyor. Biz de bilenler ise kendilerine saklamış. Daha kendi ulu önderimize sahip çıkamıyorsak…..

Ama sahip çıkanlarımızda yok değil. Özellikle Mümin Sekman’ ın Her Şey Seninle Başlar kitabında geçen bir öyküyü geçemeden edemeyeceğim ve yorum sizin.

Hayatı ‘’çaresizlikler’’ dolu bir adamın öyküsüdür!

7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. Yalnız ve içe kapanık biri olarak yaşamaya, oradan oraya sürüklenmeye başladı.

8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı. Zamanını tarlalarda kargaları kovalamakla geçirdi.

10 yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde yeni okulundaki öğretmenlerinden dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı. Sinirden ve korkudan üç gün evden çıkamadı.

17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için not ortalamasını tutturamadı.

24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.

25 yaşında sürgüne gönderildi.

27 yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinde üye olduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu. Doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, o kalabalık arasında yalnız başına olanları izliyordu.

30 yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.

37 yaşında böbrek hastalığından Viyana’ da 2 ay hasta ve yalnız halde yattı.

37 yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu dağıtıldı.

38 yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden atıldı.

38 yaşında bir toplantıda giyebileceği bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece seksen lirası vardı.

38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkartıldı.

38 yaşında en yakın beş arkadaşından üçü, onun Kongre Temsil Heyeti’ ne üye olmaması için oy kullandı.

39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.

Sonra ne mi oldu?

42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti’ nin ilk Cumhurbaşkanı oldu.

23.02.2009

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Eski tas eski hamam

İktidarın kabine revizyonuna gideceğiz sözlerini hatırlar gibiyim. Devamında da gittiler. Bakanların bazıları değişti. En dikkat çekenlerden biri ise MEB oldu. Uzun bir süredir bakanlık Cemil Çicek’ e aitti. Yaptıklarıyla oldukça dikkat çekmişti ve sonunda yerini Nimet Çubukçu’ ya bıraktı. Yeni bakanın ilk yaptıklarıyla dikkatleri üzerine topladı. Bazı kesimlerce devrim diye tabir ettikleri değişiklikler yaptı. Belki yaptıkları doğruydu ama daha büyük hataları düzeltmedi.

Çiçek döneminde yapılan hatalar hala ediyor. Bu ise zihniyet meselesi. Çoğu sorularda iktidar sahipleri çaktırmadan kendi misyonlarını genç bireylere aşılamaya çalışıyor. Çiçek döneminde olan bu olaylar Çubukçu döneminde de olmaya devam ediyor. Eski tas eski hamam misali.

Eğitim- İş Genel Başkanı Yüksek Adıbelli, 16 mayısta yapılan Açık Öğretim Lisesi Sınavı’ ndan Atatürk’ e yönelik ağır hakaret bulunan bir sou olduğunu öne sürdü. Adıbelli, söz konusu soruyu skandal olarak nitelendirdi. Adıbelli, 16 mayıs 2009 cumartesi günü Türkiye genelinde yapılan Açık Öğretim Lisesi Sınavı’ nın bir skandala neden olduğunu söyledi. Sınavın T.C Devrim Tarihi ve Atatürkçülük – 1 dersine ait 11. sınıf sorusunda Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ e ‘’ apaçık’’ hakaret edildiğini söyleyen Adibelli, şunları söyledi :

‘’ Kitapçıkta, ‘ Aşağıdakilerden hangisi Atatürk’ ün kişisel özelliklerinden biridir? ‘ a) Hayalperest oluşu b) Maceracı oluşu c) Mantıklı oluşu d) Mandacı oluşu şeklinde yer almıştır. Bu sıfatların Türk ulusunun makus talihinin yenmenin ötesinde bütün mazlum ulusların idolünü haline gelmiş bir kahraman adıyla birlikte anılmasını, cehaletin doruğu olarak değerlendiriyoruz. Aksi halde bu sıfatların Atatürk’ ün adıyla birlikte bir soruda seçenek olarak dahi verilmesi onun aziz hatırasına ihanet, Türk ulusuna hakarettir. Bu pervazsızlığın resmi bir sınavda yapılacağı olasılığını düşünmek daha istemiyoruz. Böyle bir soruyu hazırlayan, denetleyen ve bu ulusun gençlerinin önüne koyma aymazlığını gösterenleri kınıyor, Cumhuriyetin savcılarını bu konuda sorumluluğu olanlarla ilgili olarak göreve çağırıyoruz. ’’

Söz konusu sorunun sınav kitapçığında yer almasına ‘’ sebep olanlara’’ yönelik konuşan Adıbelli, ‘’ Mustafa Kemal Atatürk, Türk ulusunun kurutuluşunu emperyalist güçlerle işbirliğine endeksleyen hayalperest zihniyete kafa tuttuğu, Çanakkale Cephesinin maceraperest Alman komutanlara emanet edecek kadar maceracı paşalara karşı çıktığı, kendi saltanatını korumak için mandacı bir ruh hayliyle, bir devletin boyunduruğunu çözüm gibi gösteren padişaha boyun eğmediği için, bu sıfatlarla asla ama asla bir arada anılamaz’’ dedi.

MEB, 16 mayısta yapılan Açık Öğretim Lisesi Sınavı ‘nda Atatürk’ e yönelik bir soruda, ‘’ hayalperest, maceracı ’’ sözlerinin bulunmasına yönelik inceleme başlattı.

A kişisi gider, B kişisi gelir oda gider başkası gelir ama keşke değişen şey kişiler değil de zihniyet olsa…..

20,05,2009
Türkan Saylan öldürüldü mü?

Müslüman kesimlerce konuşulan bazı diyaloglara kulak kabartırım. Şu an aklıma gelen ise: ‘’ Ölünün arkasından konuşma. Günahtır. ‘’ Ne kadar doğru, ne kadar yanlış diyalogu tartışacağıma dikkatimi şu olaya çekeceğim.

Geçtiğimiz gün Türkan hocamızı kaybettik. Hocamızı anlatacak kadar anlamlı kelimler bulamadığımdan o işi başka kişilere bırakalım.

Vakit Gazetesi, internet sitesi olan habervaktim.com ‘ da ‘’ Saylan’ a otopsi yapılacak mı? Başlığıyla verdiği haberde dudak uçuklatan bir senaryoyla saldırılarını sürdürdü. Gazetenin diğer saldırılarını hatırlar gibiyim. Bu arada ölünün arkasında da gayet güzel konuşuluyormuş, kişi onlardan olmayınca. Mahkeme yasağına rağmen – Halen de müdahale olmadı – Ergenekon Terör Örgütü ( ETO ) tanımlamasının kullanıldığı haberde Saylan’ a otopsi yapılması istendi:

Bugün sabah saatlerinde vefat eden ÇYDD Genel Başkanı Türkan Saylan’ ın cenazesi otopsi yapılıp yapılmayacağı merak ediliyor. Ergenekon soruşturması kapsamında evi arandıktan sonra mazı medya organlarınca uzun süre ekranlarda tutulan Türkan Saylan’ ın, birçok faili meçhul cinayet işlediği iddia edilen Ergenekon tarafından propaganda amaçlı olarak öldürülmüş olabileceği kuşkusu bulunuyor. Hatırlanacağı üzere Saylan’ ın evi arandıktan sonra, bazı medya organlarında Türkan Saylan’ ın kanser hastalığı üzerinden propaganda amaçlı günlerce haber ve yorum yapılmıştı. Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların Ergenekon tarafından gerçekleştirildiğinin ortay çıkması, kamuoyunda ‘’ Acaba Saylan da propaganda amaçlı öldürülmüş olabilir mi? ‘’ sorusunu akıllara getiriyor.

Ergenekon tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen cinayet ve bombaların hafızalarda bıraktığı yer nedeniyle, kamuoyu Saylan’ ın ölümü üzerindeki şüphelerin giderilmesi için otopsi yapılmasını bekliyor.

Saylan’ a sürekli saldırılarda bulunan medya kuruluşunun böyle bir olaya dikkat çekmesi ilginçtir. Bu ülkeye faydaları saymakla bitmeyen böyle bir insan bir amaç uğruna öldürülmesi bizleri daha da üzer. Umarım öyle değildir. Lakin olayın bir ilginç tarafı daha, o medya kuruluşunun deyim yerindeyse imana gelmesi. Türkan hocanın vefatına onlarında üzüldüğü ap açık.

20,05,2009
Nereye gidiyor bu gençlik 2

Yaşımın genç olmasından dolayı hayatım gençlerin arasında geçiyor. Hayliyle gençlerin nabzını kolaylıkla yokluyorum, gündemi beraber yorumluyoruz. – Tabi ki de bilgi sahibi olanlarla – Bazen o kadar keyif alıyorum ki, üstatlarımızla konuşurken böyle bir haz alamıyorum.

Lakin öyle enteresan durumlarla da karşılaşıyorum ki hayretler içerisinde kalıyorum. Bir vakte kadar ‘’ Güzel ve Dahi’’ adından bir yarışma programı vardı. Üç beş tane güzel kız ile başarılı erkekleri yarıştırıyorlardı. Arada bir seyrettiğim bu yarışmadaki olayları hep show amaçlı zannederdim. Çünkü çok basit sorulara cevap veremediklerini görünce sinirden televizyonu kapatırdım. Sonra da program kapatıldı etkisi epey sürdü ama ‘’ bu kadar da olunmaz canım ‘’ tartışmalarını hatırlar gibiyim. Program unutuldu da ‘’ bizim seviyemiz bu kadar da mı düşükmüş?’’ sorusu hale aklımdaydı. Lakin geçen günkü ders esnasında bir kız arkadaşımızın: ‘’ Hocam, İsmet İnönü kim? ‘’ sorusuyla cevabımı almıştım. Bu kadar da düşükmüş. İçimden: ‘’ Yok artık! ‘’ derken aynı zamanda ‘’ Allah’ tan Atatürk’ ün fotoğrafı her sınıfta var. Ya olmasaydı? ‘’ sorusunu geçiyordum ve halen de endişelerim sürüyor.

Endişelerimi arttıran bir etken daha vereyim size o da Tübitak’ ın son olarak yaptığı anket. Antalya’ da, Tübitak için dört lisede 289 öğrenciyle yapılan bir araştırma ilginç sonuçlar ortaya çıkardı. Buna göre; İstiklal Marşı’ mızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’ u erkek ve kız öğrencilerin yarısından fazlası tanımadı. Küba devrimcisi Che Guevara, Sultan Vahdettin ve Karl Marx ‘ tan daha çok tanınırken, ‘’ 50 Cent’’ adlı popüler olan ABD’ li rap müzik sanatçısı Curtis James Jackson tanınırlıkta ünlü piyanist Fahir Atakoğlu, Ayhan Işık, Müşfik Kenter, Ayşe Kulin ve Nobelli yazarımız Orhan Pamuk’un toplamını geçti. Daha da ilginci Türkiye’ nin yakın siyasetenine damgasını – darbesini – vuran Kenan Evren’ i ise erkeklerin yüzde 69’ u, kızların ise yüzde 88’i tanımadı. 1980 darbesinden on – on bir yıl sonra doğan ve bugün lise eğitimi alan öğrencilerin yarısından fazlasının Kenan Evren’ i fotoğrafından tanımaması, anketörleri en çok şaşırtan durum oldu. Hakkında açılan dava 2010’ a kadar da yürürlüğe girmez ise de zaman aşımı sayesinde hiç de hatırlanacağını sanmıyorum.

‘’ Küreselleşme, ortaöğretim gençliğini kendi kültüründen uzaklaştırarak toplumsal kimliğine yabancılaştırmaktadır.’’ Hipoteziyle ortaya atılan araştırmada, kendi sanatçılarımızı tanımadığımız ortaya çıktı. Araştırmanının Antalya’ da yapılmasından dolayı Antalya merkeze yetmiş kilometre uzaklıktaki Side’ de bulunan Apollon Tapınağı soruldu. Ama maalesef bilemedikleri ortaya çıktı. Ama İtalya’ nın simgesi olan Pizza Kulesi erkeklerin yüzde 61’i , kızların ise yüzde 45’ i tarafından bilindi. Fahri Atakoğlu’ nu kimse tanımazken ‘’ 50 Cent’’ ‘ i erkeklerin yüzde 92’ si , kızların ise 82’ si bildi. Ayhan Işık erkeklerin yüzde 22’ si , kızların ise 27’ si tarafından bilinirken, Angelina Jolie’ i ankete katılan her yüz kişiden sekseni bildi.

İçimden ‘’ Türk Genç’ liği bu mu? ‘’ diye geçirirken. Bir kez daha o soru aklıma geldi: ‘’ Ya Atatürk’ ün fotoğrafı her yer de olmasaydı? ’’ Ve bir kez daha Nereye gidiyor bu gençlik ??

18,04,2009
Nereye gidiyor bu gençlik

Şu zaman diliminde hangi televizyon kanalını açsam, hangi gazeteyi elime alsam konu hep aynı ‘’ Seçim’’ Mağlım 29 martta yerel seçimler var. Sağır sultan bile duymuştur artık.

Yine bu seçim programlarından birini takip ederken bir program dikkatimi çekti. NTV muhabiri bir belediye otobüsüne biniyor ve yolcuların seçimle ilgili fikirlerini soruyor. Bir bakıma gayet güzel program ama bazı hataları dışında.

Bu hatası ise Bostancı – Üsküdar arasında sefer düzenleyen iki numaralı otobüste geçen bir diyalogu sansürsüz yayınlamasıydı. Özgürlükçü bir birey olarak tabi ki de saçma sapan sansürlere karşıyım ama bu gencin densizce dile getirdikleri de sansüre uğramayacak cinsten değil.

12.00 ile 13.00 arasında yayınlanan programda muhabir gence fikirlerini soruyor ve aldığı cevap aynen şöyle: ‘’ Çarşaflıya rozet taktı benim için CHP bitti, benim tek partim Osman Pamukoğlu’ nun partisidir. Ben darbe taraftarıyım, bir çok şeyin resetlenmesi lazım, darbeyle bir çok kişiye gözdağı verilmesi lazım.’’

İçinizden belki bazılar hak verdi, bazılarınızda yok artık bu kadarda değil dedi. Ancak beni bir üniversite öğrencisinin bu denli sözleri çok üzdü. Öncelikle gencin Türkçesi dikkat çekti. ‘’ Resetlenmesi ’’ kelimesini hangi sözlükten alarak kullandı merak ediyorum. Ayrıca gencin siyasi görüşünün cumhuriyetçi olmaya çalıştığı da dikkatimi çekti ve ona sormak isterdim darbenin cumhuriyetteki yerini…

Gencimiz bir üniversite öğrencisi olduğuna göre, yirmili yaşlarda olduğunu varsayalım. Bu genç 80 darbesinde ya daha doğmadı ya da yeni doğmuş olabilir. Fakat en azından darbenin etkilerini yaşamıştır. Hiç olmadı 28 şubatı görmüştür. Böyle bir gencin darbe istemesi ne denli doğrudur merak ediyorum. Ve gence benim değil yıllar önce verilen bir cevabı yineliyorum:

İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hiyanet içinde bulunabilirler.
Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!
K. ATATÜRK 20 Ekim 1927.
Umarım o genç ve gençler cevabını almıştır. Bu arada NTV ‘ nin bu görüntülerden dolayı özür dilediğini unutmayalım. Zaten önemli olan görüntüler değil gencin sözleriydi. Umarım o gençte bir şeylerin farkına varır ve cehaletini yenmeye çalışır.
20.03.2009
Abdülhamit’ in çarşafa bakışı


Türk medyası özelikle şu son günlerde mercek altına alındı. Medya ile darbe yapılır mı? Yok yandaş medyaydı derken devam etti. Medyamız gün geçtikçe didiklenmeye başlandı tabir yerindeyse. Bu hususta dikkatimi çeken bir nokta ise medyada çoğu olay günlük malzemelerden meydana geldiği. Bu arada bu ‘’günlük’’ olayı da günlüklerle karıştırmayalım. Sözün kısası medyamız günlük yaşıyor. Tabi bazı olaylar dışında.

Bu ülkede ne olaylar olursa olsun bir konu manşetlerden inmeyecektir. O da türban, çarşaf konusudur. Çarşafın dindeki yeri her zaman tartışılmıştır. Her zamanda tartışılacaktır. Bu konuyu araştırırken karşıma ilginç bir konu çıktı. O da Abdülhamit’ in çarşafı yasaklatması. Bu konuda haberturk.com yazarı Murat Bardakçı, 8 şubat 2008 tarihli yazısında şöyle dile getiriyor:

Sultan Abdülhamit, 1982’ nin 2 nisan günü, öğle namazından sonra Teşvikiye’ de ki Silahhane binasını ziyaret etmiş ve Yıldız Sarayı’ na dönerken yolda bir grup çarşaflı ve peçeli kadınla karşılaşmıştı. Kadınların yüzlerinin tamamen örtülü olması hükümdarın dillere destan vesvesesini artırmış, ‘’ Ya canıma kastetmek niyetinde olan erkekler de böyle çarşafa bürünerek bana saldırmaya kalkarsa halim nice olur?’’ diye düşünmüş ve hemen o gün, kadınların çarşaf giymelerini yasak etmiştir.

Aynı olaya Radikal yazarı Avni Özgürel şöyle dil getiriyor:
Saraya dönüş yolunda çirkin biçimde belleri bağlı siyah çarşaflara bürünmüş, yüzleri peçeyle örtmüş kadınlar gören padişahın mabeyne görevlisine, ‘’ Bunların hali nedir? Yaşlı Hıristiyan kadınlara benzemişler… Sanki böcek sürüsü’’ dediği söylenir.

İşin aslına bakarsak 1892 yazında yayınlanan ferman şöyledir:
Müslüman kadınların Allah’ ın emirleri arasında bulunan tesettür ve hicaba girmenin güzel adabına dikkat ve özen göstermeleri gerektiğine dair beyan ve delil getirmek gereksizdir. İş bu çarşaflar ise Müslüman kadınlarca tesettür emrine asla uygun ve müsait olmadığı gibi, bir maksatla şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından dahi bir yerde fesat ve mel’ anet olarak kullanılmaktadır. Dini açıdan ve toplumun iyiliği için açık olan çok sayıdaki zarar ve sakıncaya dayanarak bu konuda gereken kişilere yumuşakça ve münasip bir üslupla anlatılmak ve gerekli nasihatler verilmek suretiyle kadınlarca çarşaf giyilmesinin yasaklanması için sebeplerin temini padişahın emir ve fermanı gereğidir.

Abdülhamit’ in bile çarşaflılardan çekinerek, çarşafın kaldırılmasına uğraşırken CHP’ nin çarşaflılara sıcak bakması ve onlara rozet takması acaba ne derece doğru….!

20,03,2009
Geçmişten bir manzara

1920 başlarında olan bir diyalogu anlatmak istiyorum. Vahdettin ile görüşmeye iki hoca ve üç vekil gider.

Rauf Bey:
- Millet, haysiyet ve istiklale aykırı bir kaydı kabul etmemeye kesin kararlıdır. Milletin sizden istirhamı, haysiyet ve istiklale aykırı bir anlaşmaya imza koymanızdır.
Vahdettin:
- Rauf Bey, millet bir koyun sürüsüdür! Bu sürüye bir çoban lazım. İşte o çoban benim!

Ahmet Taner Kışlalı’ nın kitabından alınan bu diyalog bana yıllar önce Gazze’ de söylenen şu sözleri hatırlattı:’’ Çok yaşa Abdülhamit!’’

Abdülhamit dönemi hala tartışmalar yaratan bir dönemdir. Abdülhamit’ in yıkılmaya çalışan bir devleti ayakta tutmaya çalıştığı mı yoksa hâin mi olduğu hâla tartışılıyor. Ama şu bir gerçek ki Osmanlı çağa ayak uyduramadığı yüzünden yıkılmaya mahkum oluyordu.

Yıl 2009 İsrail ile Filistin arasında çatışmalar hâla sürüyor. Ve oradaki yapılan olaylara tek bir devlet sesini çıkarmaya çalışıyor: Türkiye

Türkiye’ nin izlediği bu siyaseti bazıları iç siyaset için diyor bazıları arabuluculuk. Her ikisini de savunanlar var tabi ki de.

Son Davos olayından kimse Türkiye’ nin ne yaptığını anlayamadı. İç siyasete mi yoksa arabuluculuğa mı yoracaklarını şaşırdılar.

Olayı iç siyasete bağlarsak iktidarın yanında olanlar arttı ve iktidar tahtını daha da sağlamlaştırdı. Bu bakımdan iç siyaset olması bir bakıma olumlu. Dış siyasete bağlarsak ki bu biraz korkutucu bir senaryo. İsrail’ i ve hayliyle Yahudi lobilerini karşımıza almış olacağız. Bu durumda Türkiye’ nin dış siyasetinde pekte olumlu olacağına benzemiyor.

Üzülerek söylemek gerekirse ülkemiz içindeki değişimler dış güçlerin tetiklemesi ile olmuştur. Darbeler bile dışarıdan yönetilir, içteki figüranlar oynar. Oynayan figüranlar yüzlerini mahkeme önünde görmeyiz ama ekranlardan eksik olmazlar.

Davos olayını bizim iç işlerimize yönelik bir hareket olmasını umarım dış devletler anlarda bize yeni bir müdahalede bulunmazlar. Çünkü her müdahale de bulunduklarında bizleri geriye götürmüşlerdir ve götürürken de ne kadar kardeş kanı döküldüğü ortadadır.

Gazze’ de atılan sloganlarda 2. Abdülhamit söyleniyorsa eğer, bir ülke için pek hayra alamet değildir diye düşünüyorum, umarım sonumuz Osmanlı gibi olmaz.